Ülkemizde sanatını başarı ile icra eden ve bununla kalmayip yurtdışında da birçok ülkede sergiler açmıs, aynı zamanda video art'ın demirbaşlarının kabul edildiği birçok festivalde yer bulmuş eserlere sahip, birçok sanat dergisinde makaleleri yayınlanan fotoğraf sanatçımız Tahir Ün ile fotoğraf sanatı üzerine konuştuk.

Tahir Ün 1960 yılında Akhisar'da doğdu. 14 yaşında fen laboratuvar kolu sorumlusuyken, fizik öğretmeni tarafından eline tutuşturulan bir fotoğraf makinası ile arkadaşlarının fotoğraflarını çekmesi ile fotoğrafçılığa adımını attı. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'ni bitirdi. Aynı okulda iki yıl Sanat Tarihi Bölümü'nde Avrupa Sanatı eğitimi aldı. Çağdaş Görsel sanatlarla ilgilenmekte ve İzmir'de yaşamakta. Tahir Bey'le yolumuz ALS farkındalık sergisi ile kesişti. Sergi vesilesiyle tanıştığım Tahir Bey'e kendisiyle ve fotoğraf sanatı üzerine konuştuk.

Tahir Ün'ü dışardan bakınca nasıl görüyorsunuz?

Tahir Ün, dışardan baktığımda biraz duygusal, toplumsal olaylara ve sosyal bir takım olgulara duyarlı, sanatı seven ve onun içinde yaşayan, onu bir yaşam biçimi şeklinde benimseyen, bir insan olarak görüyorum.

İlk fotoğraf deneyiminizi fizik öğretmenizin tavsiyesi ve yönlendirmesiyle oldu. Bu sanatla ilgilenirken de kazandığınız gelir ile çok varlıklı bir hayatınız da olmadı. Fiziğin olumsuzluklarından siz de etkilendiniz mi?

Kimya fizik değil sorumlusu. Ondan önce ailede bir fotoğraf makinesinin bulunması önemli. 60'lı 70'li yıllarda rahmetli amcamdan kalma körüklü bir fotoğraf makinası vardı. Babam onu pek bize elletmek istemezdi. Hem maneviyatı vardı hem de bozarız diye. O yüzden fotoğraf makinesi hep uzanmak istediğim bir noktada durmuştur. Tabii fizik öğretmenim bu mesleğe başlamamda bir vesile olmuştur. Okul yaşamımda bir görev olarak başlamıştık. Ama bu sevgiyle birleştiğinde bir tutkuyada dönüştü. O şekilde de devam etti.

Kelebeklerin peşine düştü

Fotoğraf sanatınızda 40. yılınızı kutluyorsunuz. gelişiminizi nasıl yorumlarsınız?

Ben de yıllar içersinde olgunlaşıyorum tabi. Şimdi ayakları daha yere basan projeler yürütüyorum. Fotoğrafın ilk 6-7 yılı bir çok şeyi çekmişim. Ondan sonra sürekli konulu çalışmalar yaptım. Zamana göre aldığım tavır ve akımlar eserlerime yansıdı. Şu an da böyle. Örneğin 12 Eylül'ün politik süreciyle birlikte hiçlik ve kimlik üzerine çalışmalar ile biraz daha içe dönmüş sanatçının kapalı devre düşünmesiyle ilgili bir takım deneysel işlerle anlattığım çalışmalarım vardı. Bu çalışmam gibi tüm çalışmalarım neredeyse hepsi projeli. Ben şunu gördüm. Bütün dünyada fotoğraf çekmeyi ciddiye alanlar böyle yapıyorlar ve böyle de yapılması gerekiyor. Fotoğraf diğer sanatlar gibi değil. Kendi yapısı, dili, anlatımı gereği mutlaka kendi içersinde bir takım ana fikirleri, bir takım projeleri barındırması gereken bir sanat. Dolayısıyla mutlaka projeli çalışması, fotoğrafçının araştırmasını öngörüyor. Siz fotoğrafın hangi alanıyla ilgilinirseniz ilgilenin çiçekte çekebilirsiniz. Çiçeği sadece çiçek olduğu için değil bir çevre duyarlılığıyla oranın ortamını araştırmak ve insanları bu duyarlılığa sevketmek zorundasınız. Örneğin İstanbul'da kelebek çiftliği açıldı. Oraya gidip yüzlerce kelebek çekebiliyorsunuz. Bu işin hobi tarafı. Gerçek bir fotoğrafçı ise kelebek türlerini araştırır peşine düşer.

Savaş fotoğrafçısı olmadığıma şükrediyorum

Belgesel fotoğrafçılığı eserlerinize baktığımızda önemli bir yer tuttuğu görülüyor. Belgesel fotoğrafçılığına bakışınız nedir?

Ben fotoğrafın bir çok noktasında çalışan biriyim. Deneysel, kavramsal fotoğrafları ile video sanatıyla da uğraşlarım var. Tabi ki belgesel fotoğrafçılığı benim yaşamımda çok ayrı bir noktada. Belgesel fotoğrafçılığını birazda yaşamı öğrenmek, yaşamın içine katmak ve bu birikimlerimi bir şekilde paylaşmak ve daha sonrasında da diğer çalışmalarımı aktarmak olarak görüyorum. Bir takım sosyal, belgesel projelerin içinde yer alıyorum ve bu tip fotoğraflarda kendimi çok işin içine katıyorum, kaptırıyorum yani duygusal bir bağ kuruyorum. Örneğin 2009 yılında naylon barınaklar diye bir çalışma yapmıştım. Karton, naylon barınaklarda yaşayan roman vatandaşların yaşamını konu edinmiştim. İzmir'de 3 ayrı noktada yaşam tarzını gördüm ben. Önce şok oldum tabii ki. İnsanların o yoksul yaşantılarında 1 kap yemeklerini benle paylaştıklarını görünce, gerçekten fotoğraf çekmekte çok zorlandım. Çok güç oluyor ama beterin beteri var deyip, yani savaş fotoğrafçılığını düşünüp, konumuma şükrediyorum.

Bu tür sosyal sorumluluk projelerinde yer alan fotoğraf ve sanatçıların konuya muhatap olanlara karşı zaman içinde duygularının değişme ve nefrete varan şekillerde bir duygu değişimi olur derler siz bununla nasıl başa çıkıyorsunuz?


Bu biraz da fotoğrafçının tatminine bağlı. Fotoğrafçının toplumsal duyarlılık, tansiyonuna bağlı bir durum. Siz ne kadar duyarlıysanız, toplumsal olay ve durumlara, sizi kışkırtan noktalara karşı daha kolay başa çıkabiliyorsunuz. Bu duyarlılığınız ve metanetiniz bir domino taşı gibi devam edip duruyor. Galiba benim öyle bir yapım var. Bende zaman zaman düşünürüm. Savaş fotoğraflarının, kan fotoğraflarının izleyen insanlara bir şeyleri kanıksandırdığı ve onlara bu tür duyguları uyandırıp uyandırmadığı noktasında bende çok sorguluyorum. Sosyal belgesel çalışan bir fotoğrafçı için aslında bir projenin amacı toplumu haberdar etmek noktasındadır. Haberin yanısıra bir çözüm üretmeyi de öneririr.

Spontane değil proje

Bir yeni projeye başlarken nelere dikkat edersiniz ve projelerinize yaklaşımınız nedir?


Ben fotoğraftan para kazanan bir insan değilim. İşin eğitim yanıyla bir şeyler kazanıyorum. Dolayısıyla çekeyim gideyim noktasında bir kaygım yok. Genellikle uzun vadeli projelerde çalışıyorum. Önceden çok planlayarak, okuyarak, araştırarak, olgunlaştırıp ondan sonra fotoğraflayarak çalışıyorum. Dolayısıyla bu uzun bir süreç alıyor. Spontane işlerim çok az olmuştur. En son gezi olaylarında spontane olarak fotoğraf çekmiştim. Bu biraz da aktivist yanımla ilgiliydi. Olayların içindeydim ve içindeyken fotoğraf da çekmek istedim.

Fotoğraf çekmeniz sizin için manevi bir hazsa hazzı size veren nedir? Çekmek mi bakmak mı?

Her ikisi de. Bakmak önemli ve görmekle ilişkili bir şey. Bir nesneyi çektiğiniz de aslında kayda almış, belleğinize almış oluyorsunuz. Fotoğrafı paylaşım aşamasında hem izleyiciyle fotoğraf arasında kurulan bağ hem de sizinle fotoğraf arasında kurulan bağ çok yönlü bir elitişimi de ortaya koyuyor. ben her yönüyle fotoğrafı seviyorum ve haz alıyorum.

Kendinize sakladığınız fotoğraflarınız var mı?


Kendime sakladığım bir fotoğraf yok. Elbette ki fotoğraflar arasında bir seçim yapıyorum ama çok özel 'Bu fotoğraf bana ait şu odanın duvarında dursun bakayım' dediğim bir fotoğraf yok. Çalışmalarımı paylaşan bir insanım.

Bir fotoğrafçı eserlerine siyasi görüşünü katmalı mıdır ve hangi oranda?


Sanat politiktir, insan da politiktir. Dolayısıyla siz istesenizde istemesiniz de ister resim yapın, ister fotoğraf çekin sizin politik duruşunuz eserinize yansıyacaktır. Bunun slogancı olmasına karşıyım. O zaman zaten iş sanat boyutundan çıkıyor. Elbette sizin vereceğiniz mesajlar, çalışmanız içine koyacağınız önermeler son derece önemlidir diye düşünüyorum ama bunları zaten bilinçli olarak yapmazsınız, kendisi yansır. Nasıl yansır noktasında da sizin yöneldiğiniz konular, yöneldiğiniz toplumsal kesim, sergilediğiniz işler belirleyici oluyor. Bütün bunlar fotoğrafınıza ve eserinize politik bir üslup yükler.

ALS konusu hakkında bir sergi hazırlama fikri ne zaman oluştu sizde?


ALS projemiz son zamanlarda gündeme gelen ice bukket eylemlerinden 1 yıl önce ortaya çıktı. Bu olayın denk gelmesi bizim içinde hoş bir raslantı oldu.
Ali'yle tanışma sürecimiz de çok ilginç oldu. Bundan yaklaşık 5 yıl önce bir arkadaşım bir ALS hastasının ölmek üzere olduğunu, çok vaktinin kalmadığını, ölmeden önce de farkındalık için bir proje yapmak istediğini söyledi. Bunun içinde gönüllü bir fotoğrafçı aradığını belirtti. Ben de olur dedim ama ALS'nin de açıkçası ne olduğunu ansiklopedik bilgi dışında çok fazla bilmiyordum. Çalışmaya ve tanışmaya gittiğim de Ali'yi karşımda buldum. Çok genç 25 yaşında yeni evli çok küçük bir bebeği olan, bir insanla karşılaştım. Bana projesini ifade ettiğinde böyle bir projenin çok ciddi bir cesaret istediğini ve gözünü karartarak gerçekleştirilecek bir proje olduğunu düşündüm. Çünkü Ali nü şeklinde ve ana rahmindeki gibi poz vermek ve bunu bir afiş haline getirip bütün dünyayla paylaşmak istiyordu. Proje kendisine aitti. Bunu birlikte olgunlaştırdık değiştirdik, fotoğrafladık. Bir afiş haline getirdik. Daha sonra Ali'yle samimiyetimiz devam etti. Bir gün Ali'nin kendi kendine fotoğraf çekmekte olduğunu farkettim. İstanbul'da bir ALS karma sergisiyle kendi öz portresiyle katılmak istediğini bunun için eve aynalar döşettiğini ve fotoğraf makinesine ayak parmağıyla basarak ailesiyle birlikte fotoğraf çektiğini bana söyledi. Bu fotoğrafı da bana gönderdi. Ben inanamadım bu müthiş bir tutkuydu. Kendisi için de büyük bir efor da gerektiriyordu aynı zamanda. Hemen fotoğrafı göderelim dedim. Daha sonra Ali'nin bu işe tutkuyla baktığını, onun için yaşama tutunmak gibi bir şey olduğunu gördüm. Ona derli toplu bir eğitim vermeye çalıştım. Ali'nin bilmesi ve farkına varması gereken şeyi yani işin sırrını ona verdim. Dedim ki, fotoğrafı çekmek ayak baş  parmağınla deklanşöre basmak değildir. Gözüyle makinasını özdeşleyebilecek bir düzenek yaptık ve onun için fotoğraf makinesini tekerlekli sandalyesine sabitledik.

Farkındalık amacıyla yapılan eylemlere yaklaşımınız nasıldır. Son dönemde de ALS farkındalık amacıyla ortaya çıkan başından aşağı su dökmek olayı da oldu?

Ben temelde bu tür bir etkinliğe karşı değilim. ALS'nin eylemden önce hiç farkına varılmadığını biliyorum. Bu buzlu su eylemiyle bir çok insan ALS kelimesini işitti. Bu nedir diye sormaya va öğrenmeye çalıştı. Bu anlamıyla çok yararlı olduğunu düşünüyorum. Ama artık dün vardı bugün yok. Daha kalıcı ALS hastalarını yaşama bağlayıcı bir takım çalışmalar yapmak lazım. Gönüllülük esasına dayanan bir çok proje üretmek lazım. Su dökmek bir farkındalık yaratabilir ama farkındalığın yanı sıra hastayı yaşama tutundurmak bağlamakta gerekir. Bu sergi projesini iki yönlü olarak önemsiyorum. Birinci yönü, ALS hastalarına bir şekilde de yardımcı olunabiliyor. Vücudunuzun yüzde 90'ını kullanamasanız bile beyniniz çalışıyor. Bu her şeye yeterli hayata tutunun diyen bir yanı var. Öte yandan ALS hastaları dışındaki insanlara da bu insanlara acımayın ve bunlara katkı, destek ve yaşama bağlayacak bir takım projeler geliştirin diyen bir mesajıda var.

Ali'ye kızıyorum


Peki ALS hastalarını fotoğraflarken hangi duygular içersindeydiniz; acıma , kızgınlık ya da başka duygular?


Değişken duygularım oldu. Ali'nin afiş projesini çekmeye gittiğimde büyük üzüntüler içerisindeydim; Bu genç yaşta nasıl böyle bir şey olur diye. Üstelik ömrüde yok doktorlar öyle demiş. Büyük üzüntülerle çektim o fotoğrafları. Gerçekten sarsıldım ama zaman geçtikçe Ali'nin yaşama tutunma konusunda Ali'nin ne kadar inatçı bir insan olduğunu görünce ona saygı ve sevgi beslemeye başladım. Eskiden olan duygularımla şimdiki duygularım arasında çok fark var. Şimdi acımıyorum bazen kızıyorum bile. Ali'nin sizden benden farkı yok artık.