Karşı dağı yavaş yavaş kemiren iş makinelerinin çıkardığı sesle irkilen kuşlar kalkıp gidiyor. Boş kalan zeytinin dallarındaki kuşların ayak izleri gibi soğuyor, yitiriyor güzelliğini dünya.
Düşünüyorum... Kuşlara uyup gidebilir insan, bir derviş misali ceketi alıp ansızın ardında bırakabilir bu şehri. Bu sığ kalabalıktan, gittikçe birbirine benzeyen bu insanlardan uzaklaşabilir. Bir hayalin peşine düşebilir mesela bir şiirin, şairin...

Ülkenin genel durumu öyle olsa da, hep kötü, iç karartıcı konulardan bahsedecek değiliz ya. Bu hafta gelin hep birlikte bir hayalin peşine düşelim. Şair olma hayalinin peşinden giden bir minibüs şoförünün minibüsüne binip en arka koltuğa oturalım. Minibüsün camlarına, tavanına yapıştırdığı şiirleri okuyalım hep birlikte.

Birçok edebiyatçımıza ait kıyıda köşede kalmış bilgileri bulup çıkartmış, bu bilgileri kitap haline getirmiş bir akademisyen olan ve 'Edebiyat Karın Doyurmaz Çay İçirir', 'Aynı Göğün Uzak Yıldızları' adlı kitapları bulunan Sıddık Akbayır, Şair Ahmet Telli'nin şiirlerini okuduktan sonra İstanbul'a gidip şair olmaya karar veren bir minibüs şoförünün hikâyesini anlatıyor...
Şiirin, edebiyatın, tiyatronun hayatımızın dışına itildiği, bütün konuşmaların birbirine benzediği, içtenliğin yerini çıkarların ve riyakârlığın aldığı şu günlerde böyle bir hikâyeyi okuyunca keşke o günlere dönebilsek diyor insan. Hikâye şöyle;
Adıyaman'ın Gerger İlçesi'nin uzak bir köyü... Dünyanın dışında, sıfır noktası gibi bir yer... Şiir heveslisi, bir sınıf öğretmeni bu köye atanır. Köyün; ekmekle, sigarayla, kitapla, gazeteyle tek bağı köyün minibüsüdür. Öğretmenle minibüs şoförü arkadaş olurlar. Ona, Yangın Yılları'ndan Köy Öğretmeni'nin Günlüğü'nü okur. Şoför, öğretmenin kitaplarına ve kasetlerine heveslenir. Bir akşam, Ahmet Telli'nin şiir kitaplarından birkaçını ve kendi sesinden şiir kasetini öğretmenden ödünç alır. İki gün sonra, köye döndüğünde minibüsün her yanını Ahmet Telli'nin dizeleriyle donatmıştır: 'Gidersen yıkılır bu kent', 'Yüreğin kadar büyüksün', 'Hüznün İsyan Olur'...

Köylüler, heceleyerek okudukları bu tuhaf yazılara bir anlam veremezler. Ancak, şoförün pek de iyi durumda olmadığını fark edip üzülmeye başlarlar. Şoför, bir hafta sonra da minibüsü sattığını ve İstanbul'a şair olmaya gideceğini söyler.
Öğretmen şaşkındır. Şoför, 'Soluk Soluğa' şiirinden alıntı yaparak, "'Büyük aşklar yolculuklarla başlar / ve serüvenciler düşer bu yollara ancak' diyor ya senin şair. Ben de aşka, serüvene ve şiire gidiyorum öğretmen" der.

Şoför, altmışına yakındır ve İstanbul'a daha önce hiç gitmemiştir. Öğretmen; Ahmet Telli yüzünden aylarca, gazetesiz, kitapsız, ekmeksiz, sigarasız kalır. Üstelik şoförün eşi ve çocukları tarafından koca adamın kafasını karıştırıp düzenini bozduğu için tehdit de edilir. Aşka, serüvene ve şiire ulaşamayan şoför, tam altı ay sonra döner İstanbul'dan. Öğretmene söylediği ilk şey şu olur; 'Senin şu şairin bana bir minibüs borcu var hoca!..'

Yıllar sonra, Şükrü Erbaş'la birlikte Besni'ye imza ve söyleşi için çağrılan Şair Ahmet Telli, şoförü yoldan çıkaran öğretmenle karşılaşır. Hikâyeyi dinlediğinde, kıpkırmızı ve kekemedir...
Ahmet Telli, şoförün okuyup yollara düştüğü bahsi geçen şiirinde; 'Neydi onları oradan oraya savurup duran şey?' diye seslenir. Sanki altmışından sonra şiir ve aşk için yollara düşen bizim şoför için yazılmıştır bu mısra.
Keşke; yabancı tiyatro oyunlarının yasaklandığı, edebiyatımızın koca koca çınarlarını bir bir yitirdiğimiz, karanlığa savrulduğumuz şu günlerde bütün savruluşlarımızın sebebi şiir ve aşk olsa...