Hava kurşun gibi ağır, pencereler, perdeler kapalı. Korkunç bir sessizliğin içinde yürüyoruz yarına, sessiz yığınların gölgesinde...
Hava kurşun gibi ağır ve o hava her gün biraz daha doluyor ciğerlerimize, ruhumuza işliyor. Mahallede, şehirde ya da memleketin herhangi bir yerinde hemen her gün insanlar (asker, polis, avukat, çocuk, anne, baba, kardeş, evlat...) ölüyor, öldürülüyor. Ölümleri izleyerek büyüyoruz, ne kadar uzaksa bir felaket bizden o kadar uzak gerçekliğinden. Bayrağa sarılı şehitlerin cenazesi kendi kapımıza, ya da mahalleye gelmeden o acıyı yeterince anlayamıyoruz. Babası öldürülen bir çocuğun (Diyarbakır Baro Başkanı Tahir Elçi'nin kızı Nazerin'in) ya da çocuğunun tabutu başında gözyaşı döken bir babanın yaşadığı o acıyı anlamaktan çok ama çok uzağız.

Sadece olanları sessizce izliyoruz. Cenaze arabaları acı bir fon müziği eşliğinde geçiyor önümüzden. Gölgeler uzuyor, karanlığa alışıyor-mu gözlerimiz?
Ünlü Fransız düşünür, sosyolog ve medya teorisyeni Jean Baudrillard, Körfez Savaşı'ndan sonra neredeyse tarihe geçen bir şey söylemiş ve o savaşın aslında olmadığını belirtmişti. Baudrillard, insanlığın o savaşla birlikte bilinç tarihinde başka bir düzeye geçtiğini söylüyordu. Çünkü ona göre herkes televizyonları başında sanal bir savaş izliyordu, savaş gerçeklikten çok uzak bir şekilde aktarılıyor, insanlar yaşananları film izler gibi izliyordu. Oradaki savaş biz televizyonu açtığımızda var oluyor, televizyonu kapattığımız anda ise yok oluyordu...

Baudrillard'ın BBC tarafından neredeyse naklen yayınlanan Körfez Savaşı sonrası söylediği bu sözler nasıl o günkü toplumun bilinç yapısını ortaya koyuyorsa bugün içinde yaşadığımız toplumsal yapının bilinç düzeyini de kesin bir şekilde açıklıyor. Bugünün Türkiye'sinde de benzer bir durumla karşı karşıyayız. Haber kanallarımız Körfez Savaşı'nı naklen yayınlayan BBC gibi, olay yerlerinden canlı bağlantılar yapıyor, çatışma görüntülerini an be an aktarıyorlar. Herkes televizyonları karşısında aslında gerçek olan ama gerçekliği tam olarak kavranamayan olayları izliyor. Bakınız; Reyhanlı, Suruç, Ankara, Fransa ve her gün Ege'nin soğuyan sularında yaşanan katliamlara, tutuklanan gazetecilere, insanlığın kültür mirasına sahip çıkalım derken öldürülen Tahir Elçi'ye bakınız. Bunlar film değil bunlar hergün yaşanan gerçekler, bunlar görmezden geldiğimiz acı gerçeklerimiz.
 
Ama neylersin ki kendi kabuğumuza çekildik. Acı bizim değilse paylaşmıyoruz. Ünlü düşünürün 'Sessiz Yığınların Gölgesinde-Toplumsalın Sonu' adlı eserinde de dediği gibi artık hiçbir şekilde temsil edilemeyen o sessiz yığının birer parçası haline geldik. Her şey sanal bir gerçeklik halinde iletiliyor veya biz onu o şekilde kabul etme eğilimi gösteriyoruz.
Can sıkan ne varsa kaçıyoruz, uzaklaşmak televizyonun kumandasında bir düğmeye basmak kadar basit, son sürat geçiyoruz evlendirme programlarına, mutluluk veren dizilere.

Her gün yüzlerce mülteci Ege'nin sularında kayboluyor. Ama bizim için bir kaç dakikalığına da olsa sadece cansız bedenleri kıyıya vuran, gazete veya televizyonlarda yer alan cansız bedenler var oluyor, o sonsuz mavilikte yitip giden balıklara yem olanlar hiçbir zaman var olmayacak. Reyhanlı'da, Suruç'ta, Ankara'da, Paris'te yitip giden yaşamlar, suikaste uğrayanlar da öyle, onlar da bir kaç gün daha konuşulacaklar, sonra olayın yaşandığı yıl dönümlerinde hatırlanacaklar o kadar. Hiç yaşanmamış gibi olacak, 'çünkü sanal felaket koşullarında yaşıyoruz. Yaşanan hiçbir acı artık gerçek bir felaket olmayacak' sanal gerçekliğin gerçeğin önüne geçtiği bu yarım adada... Çünkü büyüyen 'sessiz yığınların gölgesinde' kaldık.