Bir yanda sonu nereye varacağı belli olmayan Afrin Operasyonu, diğer yanda operasyonu eleştirenlere, 'Barış' diyenlere yönelik yakalamalı, soruşturmalı sıkıntılı ve gerilimli günler yaşıyoruz. Geçtiğimiz hafta başında gözaltına alınan Türk Tabipler Birliği (TTB) Merkez Konseyi üyelerinin bir kısmı halen salıverilmedi, son olarak İz Gazete Genel Yayın Yönetmeni Ümit Kartal, EGEÇEP Yürütme Kurulu üyesi Uğur Göçmüş gözaltına alındı, 44 haftadır her Perşembe Çağlayan Adliyesi'nde tutulan Adalet Nöbeti'nin sözcülerinden Avukat Kemal Aytaç hakkında da gözaltı kararı çıkarılmış. Bunlar olanların küçük bir kısmı, tam bir gözaltı furyası yaşanıyor. Bu girişten sonra, 'barış hakkı' konusunu bir başka yazıya bırakıp, gündem olması gereken bir başka konuyla devam edeceğim.

Savaş-Barış tartışmaları arasında, Akkuyu'dan sonra Sinop Nükleer santralı süreci hızlandı. 6 Şubat Salı günü yani yarın, Çevresel etki değerlendirmesi (ÇED) sürecinin kamuoyuna yansıyan ilk aşaması olan halkın katılımı toplantısı yapılacak. Ben de orada olacağım.

Aklınıza "Bu yoğun gündemin arasında nükleer santral de nereden çıktı" sorusu takılabilir. Aslında Japonya ve Fransa işbirliği ile Sinop'a nükleer santral kurulması konusu Hükümetin hep gündemindeydi ve hazırlıklar devam ediyordu. Ocak ayının başında Türkiye ve Fransa cumhurbaşkanlarının görüşmeleri sonrasında süreç hızlandı. Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Fransa Cumhurbaşkanı Macron arasındaki görüşmelerde konuşulan konulardan birisi de Sinop Nükleer Santraliydi, Fransa Cumhurbaşkanı bunu; "Füze savunma anlaşması imzaladık. Uçak anlaşması konusunda imzaladığımız anlaşma da önemli bir açıklama. Sinop Nükleer Santrali konusunda da görüştük" şeklinde ifade etti. Bu görüşme ve açıklamaların hemen ardından nükleer santral projesinin ÇED başvuru dosyası Çevre ve Şehircilik Bakanlığı'na sunuldu. Bu işler böyle oluyor, Rusya Devlet Başkanı Putin'in 2014 Aralık'ta Türkiye ziyareti sırasında Akkuyu Nükleer Santrali ÇED olumlu kararının açıklanması gibi.
Yarın halkın katılımı toplantısına sunulacak olan "SİNOP NÜKLEER GÜÇ SANTRALİ PROJESİ -SİNOP İLİ, MERKEZ İLÇE, ABALI KÖYÜ, İNCEBURUN MEVKİİ" başlığını taşıyan ÇED Başvuru Dosyasındaki bilgiler, genel geçer nitelikte. Girişinde bu durum şu şekilde açıklanıyor; "Projenin çevresel etki değerlendirmesi, ÇED Raporu'nun hazırlandığı sırada yürürlükte olan ulusal mevzuat ve uluslararası kılavuzlar göz önünde bulundurularak yapılacaktır. Bunun akabinde, proje çalışmaları sebebiyle karşılaşılacak muhtemel olumsuz etkilerin en aza indirilmesi için alınacak önlemler, izleme ve yönetim planları ile olumlu etkilerin geliştirilmesi için öneriler de ÇED Raporu içerisinde tanımlanacaktır"

Dosyada bazı iddialı sözler de var, örneğin; "Nükleer güvenliğin en yüksek seviyede olması için; Fukushima Daichi Nükleer Güç Santrali'nde yaşanan gelişmeler ile en son teknoloji ve yöntemler, Türkiye'de nükleer enerji üretiminde göz önünde bulundurulmuştur". Fukushima felaketi gibi bir felaketin Sinop'ta yaşanmayacağı güvencesi verilmeye çalışılıyor. Bu söz sizde güvenlik duygusu uyandırdı mı? Felaketin etkisi halen devam ederken bunun mümkün olmadığını projeyi hazırlayanlar da biliyor aslında. Çünkü son haberler söyle; Fukuşima Daiichi Nükleer Santrali'nde 11 Mart 2011 yılında meydana gelen deprem ve tsunaminin tetiklemesiyle başlayan nükleer felaket 7. yılına giriyor, 1 ve 3 nolu reaktörlerden sonra 2 nolu reaktörde de çekirdek erimesi olduğu anlaşıldı ve ölümcül seviyelerde radyasyon tespit edildi[1]
Ayrıntılı açıklama olmasa da başvuru dosyası yaşanacaklar için bazı ipuçları veriyor;
· "Düşük miktarda gaz ve aerosol radyoaktif maddenin normal işletme koşullarında dış ortama salınması söz konusudur". Bu şekilde normal koşullarda dahi havaya gaz halinde radyoaktif atığın yayılması kabul edilmiş.

· "Karadeniz'e deşarj edilen radyoaktif nüklitlerin dağılımı genel su hareketi yapısına, sediman proseslerine ve bölgesel su özelliklerine bağlıdır. Tipik maruz kalma yolları balık gibi sucul gıdaların tüketilmesi, kıyıdan dış maruziyet, yüzerek ya da tekne gezintisiyle deniz suyuna maruziyet, tatlı sudan içme suyu tüketilmesiyle maruziyet, kirlenmiş sulama suyunun kullanımıyla yetiştirilen gıdaların alınması vb. kapsamaktadır" sözleriyle sıvı radyoaktif atıkların nereye gideceği anlatılıyor, tabi ki Karadeniz'e.
· "Katı atık genel olarak nükleer reaktörler, yardımcı tesislerde kullanılmış iyon değiştirici reçineler, radyoaktif atık binasındaki radyoaktif atıklar, kullanılmış nükleer atık deposu, farklı akışkan ve havalandırma sistemi filtreleri, katılaştırma sistemlerinden çıkan katılaşmış atıklar, değiştirilen parçalar ve aletlerden kaynaklanan bakım işlemleri atıkları ve eldivenler, kıyafetler, kağıtlar gibi kontamine olmuş diğer atıklardır. Farklı binalardan gelen bu atıklar toplanarak geçici olarak biriktirilecek, paketlenecek ve şartlandırılarak geçici olarak depolanacaktır" Katı radyoaktif atıklar geçici olarak depolanacak, ne kadar süreyle, nerede, daha sonra ne yapılacak? Bu gibi sorulara tatmin edici yanıt verilemez, çünkü nükleer santral atıklarının bertarafı konusunda halen bir çözüm bulunulabilmiş değil. Atıklar dağların içine saklanmaya çalışılıyor, bu da çok pahalı, o yüzden atıklar serseri mayınlar gibi dünyada dolaşıyor. Gaziemir'de ortaya çıkan nükleer yakıt çubuklarından kaynaklanan kirlenme bunun en yakın örneği.
Yarın Sinop'ta bunları konuşacağız, daha çok konuşacağız. Kestirmeden şunu söyleyebiliriz; Fukushima felaketi, güvenli nükleer santral sözünün koca bir yalan olduğunu gösterdi, nükleer santraller olduğu sürece atom silahlarından da kurtulamayız, bertaraf edilemeyen atıklarıyla patlamasalar da nükleer santraller insan ve diğer canlıların yaşamları için çok ciddi tehlikeler yaratıyor. Bu tehlikeleri göze almak zorunda mıyız? Çocuklarımıza nükleer atıklarla dolu sağlıksız bir dünyayı mı yoksa nükleersiz bir geleceği mi miras bırakacağız? Nükleer santral konusundaki seçimimiz, bu soruya vereceğimiz yanıtta gizli.

[1] https://yesilgazete.org/blog/2018/02/02/fukusima-daiichi-nukleer-santralinde-olumcul-seviyelerde-radyasyon-tespit-edildi/