24 haziran’da herkesin işi gücü vardı, kimi o gün tatile çıkacaktı, kimi nikah gününü o güne almıştı, kimilerinin de ulusal veya uluslararası düzeyde toplantısı vardı, liseden mezun olup da üniversiteye gitme hayali olanların ise üniversite sınavı o gün yapılacaktı. Kimi de o gün ameliyat olacaktı, kimbilir, belki de kimi de o gün çekip gidecekti bu dünyadan. Şimdi bir oy bir oydur, istese de çekip gidemez, belki de bu seçimle birlikte sonucu da onu hayata bağlar.
12 eylül bir askeri darbe günü olarak ya da 17 ağustos’ta büyük bir depremin olduğu gün olarak kayıtlara geçtiyse, bu özel gün yani 24 haziran da ülkede bir büyük dönüşümün olduğu gün olarak kayıtlara geçecek. Tesadüfe bakın ki, 24 Haziran zaten öyle herhangi bir tarih değil.Çünkü bugün Hıristiyanlar tarafından Vaftizci Yahya’nın doğum günü olarak kutlanıyor. Bununla beraber yaz gündönümü olarak da kutlanırken, o günün akşamında meydanlarda ateş yakılıyor. Bunun aslında bir pagan geleneği olduğunu ve Katolik kilisesi tarafından Hıristiyanlaştırıldığı bilgisini de düşelim.
Tam da sırası geldi şimdi, Woody Allen söylemişti. “Bir an için düşünmüştük Bermuda’ya tatile mi gidelim yoksa boşanalım mı diye. Sonra karımla iki hafta için Bermuda’ya gitmeye karar verdik, çünkü başka zamanda boşanabiliriz” Çok doğru. İnsan her zaman boşanabilir.Tanıdığım bir çok kadın gerçekten böyle geziler bittikten sonra boşanmıştı.Onlara yani kadınlara güvenirim akıllıdırlar.Çünkü bu geziler sorunların üzerinde bir paravan olduğu için evlilikler bu şekilde sadece çocukların varlığı ile değil, bu şekilde de uzatılıyor. Seçim kararı da bunun gibi; yani işler bekleyebilir ama seçim her zaman olmaz, kimilerine göre bu acil seçim için en uygun zamanda buydu.
Bu arada işler dedik de; örneğin bunlardan biri olan üniversite seçme sınavı o gün yapılacaktı ama her zaman söylediğim ya da iddia ettiğim gibi ki, bunu üniversite sınavı için de rahatlıkla söyleyebilirim. Yoksul kesimden çok zeki gençleri ayrı tutarsak kanımca nasıl olsa kazanacaklar belliydi. Gerçekten bizler aslında hayatın her alanında kaybedeceklerin nasıl kaybedeceğini merak ederiz. Çünkü eğlenceli olan budur, Romalıların arenada gladyatörleri alkışlamak için toplanmaları gibi, kazananların kazanmalarının ötesinde kaybedenlerin soylu bir şekilde boyun eğmeleri, sıradan ve mütevazi hayatlarımızda daha bir anlamını bulur.
Gelelim seçmenlere. Şimdi demokratların bir bölümü öteden beri yaptıkları gibi, sosyal medyada veya kentlerde kafe adını verdikleri yerlerde, köylerde veya kasabalarda ise erkek erkeğe oturdukları kahvehanelerde, ülkenin genel durumu ile ilgili ya birbirlerine ağlanıp sızlanırlar ya da durumdan vazife çıkararak vatan millet adına kendi bilgileri çerçevesinde eleştirilerini yaparlardı ancak genellikle bu çözüm önerileri çok açık değildir.. Büyük olasılıkla iktidarın yaptıklarının ya da muhalefetin söylediklerinin tersi olan onlar için doğru olandır, ancak yeni bir öneri getirmeleri de sadece onlar için değil muhafazakarlar için de pek kolay değildir. İdeal olan ne ise aynı zamanda toplum dengelerini altüst edebilecek olanda o çözümdür, çünkü azgelişmişliğin kendine özgü sosyolojisi içinde tarafları memnun edecek çözüm bir çırpıda gelmez. Bazen koşulların zorlaması ile oluşan çaresizlik anlarında gerek bireyler, gerekse otoriteler çok verimli ve hızlı kararlar almak zorunda kalırlar. Hiç kimse ya da otorite böyle çaresizlik anlarında olduğu kadar verimli olamaz. Ve siyasette ne yaparsanız yapın herkesi memnun edemezsiniz, bu da tıpkı her evlilikte mutlaka memnun olmayan bir tarafın olmasına benzer bir durum olması gibidir.
Yıllar önce babam bu dünya kupasını da gördük demişti. Bunu derken bundan sonrakini görmeyebilirim anlamı çıkabilirdi elbette , gerçi o ne zaman kalacağını ya da gideceğini tahmin edebilmişti; dolayısı ile ileri yaşlarda olan birçok vatandaş da eh memlekette bir seçim daha göreceğiz diyorlardır şimdi. Ama Türkiye’de gördüğüm kadar ile şeçimlerde tek bir gerçek var ki o hiç değişmiyor. Muhafazakarlar her zaman her şeyin daha iyi olması hayali ile sandığa giderlerken, demokratlar her şeyin daha kötü olmaması için gidiyorlar sandığın başına.
Kim ne derse desin bu coğrafya özünde muhafazakar insanların çoğunlukta olduğu bir yerdir ve 1923 yılında bu kadar farklı ırktan ve kültürden insanların olduğu bir yerde dünyada eşi benzeri olmayan bir şekilde büyük Atatürk tarafından kurulan ve 100 yıllık bir ömrü bile olmayan bir ülkede, demokrasi ve hukuk kuralları da Osmanlı Ordusundaki yeniçeriler gibi batıdan devşirmeydi ancak batıdaki hali ile uygulamak bu insanları çok da mutlu etmeyince zamanla ister istemez kendine özgü bir demokrasi anlayışı oluştu. Buna Türk demokrasisi diyoruz ve zamanı geldiğinde tıpkı batıda olduğu gibi burada da seçimler yapılıyor. Her ne kadar adı seçim olsa da, ne kadar adil olduğu konusunda tartışmalar sürekli yapılıyor ve sonunda her kesimi tatmin eden ideal bir sonuç çıkmasa da halk tabiri ile söylersek üç aşağı beş yukarı bir sonuç çıkıyor ortaya ve onun doğru olduğu kabul ediliyor.
Evet, bu esnada ülke parasının değer kaybetmesi ile halk daha fakirleşiyor, dışa bağımlı ve fason çalışan bir ekonomide, uluslararası bir marka yaratamadığınızda, kentlerdeki eski püskü binaları yıkıp kuş yuvasına benzer estetikten yoksun apartman bloklarına bakarak kalkındığını sanan halk ters giden bir şeyler olduğunu ancak döviz kurlarındaki çok keskin yükselişlere bakarak anlıyor. Hatta ellerindeki bir miktar dövizi bozdurduklarında döviz kurlarının da düştüğünü zannediyorlar.
Sanayiciler bu dengesizlik karşısında en iyi bildikleri şeyi yaparlar yani beklerler.Tabi beklerken boş oturmazlar; gelecek kaygısı ile maliyetleri düşürmek için neler yapacaklarını da düşünürler, tabi bu sanayiciler kendi başlarına düşündükleri zaman çalışanlar için pek de iyi şeyler düşünmezler.Yani hangisini işten atsak diye kara kara düşünürlerken, öte yanda sadece başını sokacak bir evi olması için hayatını ipotek eden ve sadece yiyecek bir şeyler bulduğunda mutlu olabilen,ama iş vatanın ve milletin tehdit altına girdiği iddia edildiğinde ve böylece kahramanlık zamanının geldiği onlara hatırlatıldığında, onlardan daha gözüpek ve cesur insanların olmadığını görebilirsiniz.
Peki onları yine de hayata bağlayan nedir,onların her şeye rağmen geleceğe umutla bakmalarını sağlayacak olan nedir derseniz, işte bu batıda da yapıldığı gibi Türk demokrasisi adına yapılacak olan bu seçimlerdir; bazen erken de olsa bazen acele ile de olsa…
Şöyle bitirelim dünyanın neresinde olursa olsun, ister seçim olsun, ister olmasın, eninde sonunda her şey bir dengeye gelecektir. Çünkü ideal olan mutlaka gerçekleşecektir. Diyalektiğin temel yasası budur. Tezin karşısında daima bir antitez vardır ve mutlaka bir senteze ulaşacaktır; aksi düşünülemez ve bu süreç doğada da aynı şekilde devam etmektedir.Bu dönüşüm yüzyıllar önce batıda tamamlanmıştır ama süreç Ortadoğu’da henüz dengeye gelmemiştir. Beni bugün için değil ama gelecek için teselli eden tek gerçek de budur.
Fransa ‘da 1700 yıllarda hiciv yazarı olarak ünlenen Nicholas De Chamfort şöyle anlatıyor: “Ticaret anlaşmasının imzalandığı döneme rastgelen 1786 yılı boyunca Paris’te bulunan ünlü Londralı tüccar Bay Harris Fransızlara, “sanırım Fransa’nın yılda bir milyon sterlin kayba uğraması sadece önümüzdeki 25 veya 30 yıl boyunca olacaktır; ama ondan sonra herşey mükemmel bir şekilde dengeye oturacaktır”
Belirsizliklerin olduğu bir coğrafyada ve bir ülkede yaşamak hiç de kolay değildir,25-30 yıl değilse bile, önümüzdeki 10 yıllar boyunca ekonomide neler olacağını ne ekonomistler ne de politikacılar söyleyebilir ama bilim insanları İstanbul’da çok şiddetli bir deprem olacağını kesin bir dille belirtiyorlar.Bence Türkiye’deki büyük dönüşümü seçimlerden çok bu deprem daha net bir şekilde belirleyebilir ama ben yine de belirsizlikle ilgili Oscar Wilde’in şu sözünün bu noktada anlamını bulacağını inanıyorum. “Aşka çekiciliği kazandıran belirsizliktir” demişti. Vatanına aşkla bağlı olan insanlar için ne kadara da anlamlı bir ifade olurdu bu. İnsanın söyleyecekleri bitince sıra vaatlere gelirmiş, politikacılar için de geçerli mi bilmem ama sıra vaatlere geldiğinde seçim zamanı da gelmiş demektir.Öyle ise perde!