İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra ABD'nin dünya üzerindeki hükümranlığının nasıl ve hangi yönde geliştiğini izleyip değerlendirmemiz bizlere neler kazandıracaktır, hiç düşündünüz mü? Biz bu günlere nasıl geldik?

ABD, dünya jandarmalığına soyunduğundan beri bir yandan CIA bir yandan silahlı kuvvetleriyle tüm ülkelerin öz yapılarına karışabilme hakkını değişik yöntemlerle nasıl kullanabilmektedir? Biraz eskilere gidelim mi?
Günlerden 1969 yılının 16 Şubat'ıdır. Ülkemizde 1968 olaylarının uzantısında ve belki de en hassas noktada işte bu Altıncı Filo'yu İstanbul'da Boğazda Dolmabahçe rıhtımının karşısına demirlemiş olarak görmekteyiz. Sol ağırlıklı gençlik filonun bu zamansız ve sevimsiz ziyaretine karşıdır. Emperyalizme ve sömürüye hayır sloganıyla miting hazırlığı içindedir. Öte yandan kendilerine milliyetçi ve mukaddesatçı gençlik tanımını yakıştıran bir grup da CIA'nın ülkemizdeki uzantıları aracılığı ile ortalığı karışmak için ne gerekiyorsa onları yaparlar. Sonuçta iki grup çatışırlar. Geçmişimizde "Kanlı Pazar" olarak bilinen çatışmalar sonunda iki genç yaşamını yitirir.
Günümüzün TBMM Başkanı İsmail Kahraman; o günlerin anılarından bize kalan birinci isimdir. Kendisi o sıralarda İ.Ü. Hukuk Fakültesi öğrencisi olmanın ötesinde MTTB (Milli Türk Talebe Birliği) başkanı olarak "Müslüman Gençliği" temsil ettiği inancındadır. İlginç rastlantı; önceki Cumhurbaşkanımız Sn. Abdullah Gül de MTTB'nin 40'lar meclisi denilen alt komitesinde belki de görevlidir.
***
Sn. İsmail Kahraman, galiba son günlerde adından sıkça bahsettiren isimlerden biri olmalı, nasıl olmasın? TBMM Başkanlığı yaptığı dönemlerde Atatürk'ün mareşal üniformalı tablosu yerinden indirildi. Meclis iç tüzükleri değiştirilerek Atatürk'ten kalan tüm alışkanlıklar ortadan kaldırıldı. Bana kalırsa; yaptıklarını, gerektiği için değil de sırf düşüncelerini güncelleme olarak değerlemek doğru olacaktır. Örnek vermek gerekirse sanki çok önemli ve gerekliymiş gibi meclis başkanlarının papyon kravat kullanmasından vazgeçildi. İnanın bu değişikliğin hangi amaçla yapıldığına akıl erdiremiyorum.

Toplumsal tasarrufa önem verilmesi, bu konularda örnek olunması gerekirken Meclis Başkanlığı odası yeniden tefriş edildi. 55 metrekarelik halı ile süslendi. Yetmedi, özel bir mescit yapıldı. Bu arada abdest almayı kolaylaştıracak yeni bir lavabo kuruldu. Resimlerini görsel ve yazılı medyada görmekteyiz. Yakında ülkemizin her köşesinde bu tür abdest lavabolarının yaygınlaştığını görürsek şaşırmayalım.

Hakkını yemeyelim İsmail Kahraman; yalnızca kendine çalışan bir başkan da değil bana kalırsa. Nasıl mı? Başkanlığını yaptığı meclisin bireylerini mutlu kılabilmek, onların gönüllerini hoş tutabilmek için neler neler yapmadı ki? Milletvekili ve yakınlarının kullanabilecekleri diş implantları sayısı 6 iken 2013'te 8'e çıkarılmıştı. Yetmemiş olacak ki sayı bu kere 8'den 12'ye yükseltildi. Bu uygulamadan, yalnızca milletvekillerimiz değil tüm yakınları da yararlanacaklar. Yapılan ön hesaplamalara dayanarak söyleyeyim implant değişikliklerinden yararlanacakların sayısı 13500 kişiyi buluyor.

Bir meclis temsil ettiği halktan bu derece soyutlanarak itibarını ne kadar sürdürebilir? Meclisin toplumdan kopmasının ölçüsü, endazesi kaçmış durumdadır.
Bir vatandaşımızın meclisin önünde kendini yakma girişimi aslında son derece önemlidir. Sanırım yakın gelecekte kehanet değil ama bunun çok daha canlı örneklerini görebiliriz.

Lütfen dikkatinize sunuyorum. Değerli milletvekillerimize daha önce sahip olduklarına ek olarak bu yeni haklar sağlanırken ülkenin asıl sahipleri olan halk kesimi çalışanı olsun emeklisi olsun katkı payı denen akıl almaz bir uygulamaya katlanmak zorunda bırakılıyorlardı. Üstelik söz gelimi çalışan olsun emeklisi olsun, kesin bilmiyorum ama duyduklarımı yazıyorum, değil 12 belki de 4 tane implantı bile zorlukla sağlayabiliyorlardı.

Peki size bir de ülkenin Kurtuluş Savaşı meclisinden Mustafa Kemal'in başkanlığını yaptığı meclisten yaşanmış bir anekdot aktarayım. Karar sizlerindir, ne dersiniz?
Ankara'da Kurtuluş Savaşı yıllarıdır; M.Kemal Paşa, Abidinpaşa'dan gelip Samanpazarı yoluyla meclise giderken kitapçılık yapan Ali Efendi'nin dükkanında asılı olan bir halı dikkatini çeker. Yaveri ile birlikte dükkâna girerek halının fiyatını öğrenmek isterler. Dükkân sahibi, halının ihtiyaç sahibi bir kişi tarafından bırakıldığını, kâr amacı güdülmeksizin 40. lira istendiğini söyler. Paşa, para için bir şey söylemez, satın alır ama böylesine kıymetli halının kim tarafından bırakıldığını öğrenmek için ısrarcı olur. Uzun zorlamalardan sonra halının sahibinin Konya mebusu Mevlevi Şeyhi Abdülhalim Çelebi Hazretleri olduğu öğrenilir. M. Kemal Paşa halıyı almakla beraber Çelebi Hazretlerinin evine gönderilmesini ister. Ardından kendisi de aynı akşam Abdülhalim Çelebi Hazretlerinin evine kahve içmeye gider. Orada Çelebi Hazretleri halı için Paşa ile konuşmaya başlar, geri gönderilme nedenini öğrenmek ister. Paşa'nın yanıtı ise "Tamam halı bizim olsun, ama burada kalsın, biz her kahve içişimizde onu burada görebilelim" şeklinde olur. Günler geçmiştir; halı, savaş ertesi Konya Mevlana Müzesi'ne armağan edilmiştir.

İşte; o kurtuluş yıllarının meclisinin başkanı ve üyeleri ile günümüz meclisinin başkanının davranışı arasındaki fark. O kadar mı dersiniz? Günümüz din ve tarikat bezirgânları ile o günlerin o yüce insanlarının anlayışlarına ne diyebiliriz? Anlayana!
Esenlikle kalınız...