İktidar partisinin bazı yöneticilerine göre son 200 yılın hesaplaşmasındayız.  Son yedi yılda,  bu yaklaşım iyice ortaya çıktı, son iki yılda da açıkça telaffuz edilmeye başlandı.

Türk siyasi tarihinde, aslında dünyada da pek olmadığı gibi, genel tezler pek değişmez. Tezlerin ifade biçimleri değişir, sözcüler değişir, ama tezler aslında aynıdır. Siyaset bilimi yüksek lisansım sırasında ve “1980 Sonrası Türkiye’de Milliyetçilik” başlıklı tezimi yazarken, bunu hayretle fark edip, sonrasında hep bunu savundum.
Aslında temel sorun 1699'dan başlar, askeri güce dayalı büyümeyle birlikte, toprakların büyümesi de durmuştur. Ve aslında, sürekli yeni topraklar fethedip, sonra yeni bölgelerin vergileriyle finanse edilen devlet, askeri büyümenin durmasıyla, duraklama dönemine girer.

Ne yazık ki, o dönemde, bilim ve felsefe de ihmal edildiğinden, yeni teknolojiler, yeni ticaret yolları, yeni üretim tarzları da ihmal edilmiştir. Duraklama döneminde, daha sonra da devam edecek olan, mevcudu koruma pasifizmi, Osmanlı İmparatorluğu’nu kemirmeye başlar.
Fakat askeri güce dayalı genişlemeci siyasetten başkasını bilmeyen yönetim mekanizması, yeni çareler bulmak yerine, yeni teknolojiler yerine, bildiği metotlarla devam etmeyi seçer.

1789 Fransız devrimi dense de, aslında, Osmanlı’da bugün de devam eden siyasi akımları başlatan Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın Mısır’daki reformlarıdır.
Elbette, o dönemde özellikle Avrupa’daki topraklarda filizlenen milliyetçilik fikirlerinin kökeninde, başta Rusya olmak üzere Hıristiyan etkiler de vardır. Ama ayrılıkçı fikirlerin temelinde, artık Osmanlı’nın oradaki vatandaşlarını koruyamayacak şekilde güçsüzleşmesi de vardır. Yani toprakların küçülmesinin nedeninde elbette askeri zaaflar vardır, ama bu küçülme dönemsel bir fırsatçılıktan çok, o bölgelerdeki Osmanlı vatandaşlarının, artık devletin kendilerini koruyamayacağı düşüncesinden kaynaklanmıştır.
Balkanlar’daki kaynamanın şoku atlatılamamışken, Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın Mısır’da gerçekleştirdikleri, ve meydan okuması, Osmanlı’yı modernleşmek zorunda bırakır.

Vaka-i Hayriye ile eski askeri sistem terk edilir, ve Tanzimat Fermanı ile Osmanlı vatandaşlığı fikri ortaya atılır. Batı’daki yeni kültürel normlarla, devlet organizasyonunda değişiklikler yapılır.

İşte bu tarihten itibaren, bugün de devamını yaşadığımız siyasi akımlar ortaya çıkar. Rakı masalarında ya da nargile kahvelerinde bugün de konuştuğumuz “ne olacak bu memleketin hali?” sorusunun kökeninde, aslında Osmanlı İmparatorluğu’nun gerileme-küçülme dönemindeki endişenin toplumsal bilinçaltımızdaki devamı vardır.
Ülke küçülmekte, ve bölünmektedir, teşhiste genel bir mutabakat vardır. Ama “bunu nasıl durdurur, ya da tersine çevirebiliriz?” sorusuna verilen farklı cevaplar, bugün hala büyük kutuplaşmalarla devam etmekte.

Siyaset sosyolojisinde diviseness anxiety-bölünme korkusu olarak tanımlanan, ve bizim gibi düşünmeyen herkesin hain olduğu zannı, sosyal psikolojimize o zamanlar girer. Hangi çözüm önerisine inanırsak inanalım, diğer tezlerin ülkeyi daha da küçültüp, böleceğine dair köklü inançlar nedeniyle, farklı siyasi görüşlerin birbirine düşman olduğu siyasi kültürümüz, o dönemde şekillenir.

O günden bugüne devam eden, siyasetimizi şekillendiren 3 ana tez vardır.
Birinci tez, "artık azınlıkları koruyamadığımız için ayrılmak istiyorlar, özgürlük verirsek mutlu olurlar, ve artık kimse ayrılmaz" tezidir. Tanzimat ve I. Meşrutiyet dönemlerinde hâkimdir. Batıcıdır. Bugün bu tez, vatanseverler ve ayrılıkçı teröre destek verenler olarak ikiye ayrılmıştır.
İkinci tez, "küçülmeyi durdurmak istiyorsak, Müslümanlar üzerindeki etkimizi güçlendirelim" tezidir. Hilafet, İslam coğrafyasına açılmak, Pan-İslamizmle Batı’ya dur demek, bu görüşün argümanlarıdır. II. Abdülhamitin istibdadı ve inşaat ve altyapı dönemidir. AKP'nin gerçek kökenidir. İslamcıdır. Bugün aynı stratejiyle devam etmektedir.
Üçüncü tez, "yeni topraklar, yeni lebensraum-yaşam alanları bulmalıyız" tezidir. İttihat ve Terakki ve Enver Paşa dönemidir. Genişlemeci, aşırı milliyetçi ve maceracıdır. Bugün Pan-Türkist ve Turan ideallerini koruyanlar, ve güneyde sınırlarımızı genişletmek isteyenler de bu görüşün mirasçılarıdır.
Bu üç tez de denenip, üstelik çok büyük kayıplarla, başarısız olmuştur. Bunun üzerine Ulu Önder Atatürk, birinci tezi "Ne mutlu Türküm diyene", ikinci tezi “Laiklik” ve üçüncü tezi "Yurtta sulh, dünyada sulh" prensipleriyle, bu üç mağlup modelin mağlubiyet nedenlerini aşarak, çağdaş uygarlık düzeyi gibi, dâhice ve değişken bir hedefle cumhuriyeti kurar.

Geçmişle bağı kesmek için, harfler ve dil başta olmak üzere büyük bir kültür devrimi yapar. Bu kültür devrimi üzerine idealler ve yeni bir millet yaratır. Küçülme ve gerileme durmuştur. Yeni ideallerle, çalışarak, üreterek, ekonomik handikaplarını aşan, yaygın eğitimle halkını aydınlatan, ve gittikçe uluslararası alanda güçlenen bir model yaratır. Uygarlık bizden daha yavaş ilerler, ve yakalamak üzereyizdir.

Çok partili yaşama geçince, eski aydınların üç hayali birden yeniden ortaya çıkar. Açılıp kapanan siyasi partiler, ve aslında bazı partilerin zaman içinde değişen söylemleri maalesef, sadece, toplumsal bilinçaltımızdaki küçülme-gerileme korkusunu oya tahvil etmeye çalışmışlardır.
Ne yazık ki, bunları savunan siyasetçiler, bu tezlerin hepsinin denendiğini, tümünün de başarısız olduğunu, aslında bilmezler diyesim var da, söylemezler. Bu mağlup tezler, her seferinde, daha sonra uzun zamanda geri ödenebilen, ve çok pahalı ekonomik ve sosyal maliyetler yaratmıştır.
Kimsenin, sadece farklı düşündüğü için vatan haini olduğunu düşünmüyorum, ve katılmasam da, herkesin bütün fikirlerini özgürce ifade etmesi gerektiğine inanıyorum. Ve eminim ki, bu mağlup tezleri savunanlar da, eski hayallere gerçekten inanıyorlardır.
Ama inanç siyaseten güçlü bir güdü de olsa, siyaset rasyonel akılla yapılmalı. Hele hele devletlerin uzun vadeli stratejileri, tamamen bilimsel gerçeklere göre dizayn edilmeli.

Bizim gerçeğimizde, denenmiş ve başarısızlığa uğramış üç tez var. Ve bunların handikaplarını aşmış, denenmiş ve başarılı olmuş, Atatürk’ün devrimcilik ilkesiyle, kendini sürekli yenilemeye odaklı, akılcı bir strateji var.
Bazıları tarihten ders alamamış da olabilirler, ama bu kez tarih tekerrür etmeyecek. Çünkü çağdaş uygarlık düzeyi, ya da "muassır medeniyet seviyesi", artık vazgeçmeyeceğimiz, gerçekçi ve güçlü bir hedef.
Devletlerin tarihinde, anayoldan 10-20 yıl gibi sapmalar çok da önemli değil. Daha da ilginci, bölünme korkusu hala toplumsal bilinçaltımızda aynen duruyor. Geçmişte başarısız olan deneyimlerle yeni riskler almak yerine, rasyonel akıl, daha önce denenip, başarılı olmuş anayola, er ya da geç, muhakkak dönecektir. Enseyi karatmayalım…