Beni heyecanlandıran, bir pazar, bir pazartesi kaleme aldığım Truman yazımı biraz daha sürdürelim mi? Sürdürelim.
      
Türkiye'de, 2. Dünya Savaşı öncesi ve savaş sırasında yerli malı kullanmanın ön planda olduğu bilgilerdedir. Yaşı bugün elli ve üstü olanlar da; 1960'lara uzanan okul sıralarından yerli malı haftalarının sınıflarda kutlandığını iyi anımsarlar. Bugün saman bile ithal eder duruma düşürüldüğümüze göre sanırım yerli malı kutlamaları rafa kalkmıştır!
Neyse...

Babam, her yıl güz aylarında, Nazilli'den bir beyaz temiz çuval içersinde mevsimin taze kuru incirini satın almayı gelenek kılmıştı. Çocuk aklımla o yaşlarda incir evimizin kapısından içeri girdiğinde; dudak büker, yine mi incir yiyeceğiz, diye düşünürdüm. Ah, şimdiki aklım olsa!..
      
Yerli malı haftasının ilk günü de çantamın içersine incir konur; annem, evden okula uğurlarken, "Arkadaşlarınla paylaşır, birlikte yersiniz" demeyi ihmal etmezdi. Öğretmenim de dahil sınıfımdaki arkadaşlarıma ikram eder, ucundan da bir tanesini ben yerdim. Ah, şimdiki aklım olsa!
Neyse...
      
Kaynaklar, 2. Dünya Savaşı öncesi ve sırasında Türkiye'de üretilmeyip dışalım yoluyla gelen ürünler arasında en güven duyulanların Alman malları olduğunu aktarır. Bir de toplumsal yaşamımızın içselleştirdiği, "Asılacaksan İngiliz ipiyle asıl" diye bir tümce vardır ki İngiliz mallarının önemini vurgularmış.
      
Yine kaynaklarımıza dönelim: Savaş sonrası durum değişmiştir. Almanya, savaştan yıkımla çıkmıştır. Dışsatımı kalmamıştır. Savaş enkazını kaldırma uğraşındadır. İngiltere, savaştan yengiyle çıkmış olmasına karşın onun da yitirdikleri vardır. Her iki ülke de Marshall yardımından payına düşeni almaktadır. Dolayısıyla Türkiye'de bu iki ülkenin malları başta olmak üzere diğer Avrupa ülkelerinin ürünleri pazar yitirirken Amerikan malları hızla yayılır. Traktör, radyo, buzdolabı, otomobil, Amerikan filmi, Amerikan müziği... Aklınıza ne gelirse...  Üstelik gümrük indirimlerinden de yararlanmaktadırlar. Reklamlarda Amerikan malı, kalite güvencesi imajı öne çıkar.

Müzik dedik de; hadi bir şarkının sözlerine bakalım:
"Amerikan kovboyları, aslan Cinotri
Cinotri'nin yumrukları demir gibi..."

Bir tane daha:
"Amerika Amerika
Türkler dünya durdukça
Beraberdir seninle
Hürriyet savaşında..."
     
Gülmeyin, gülmeyin; hadi aklınıza geleni ben yazayım: Bugünkü Cumhurbaşkanı'nın, "Ey Amerika!" diye öfkelenişinde, evet, aynen bu şarkı sözlerinin gereğinin yerine getirilmemesi var, değil mi? Nasıl olmasın ki! O yıllar sağduyu sahibi yurtseverlerin tüm yazdıkları, söyledikleri "komünistlik" suçlamasıyla karşılanıyor; yazıp çizenler, bugün "otele" dönüşmüş olsalar bile dönemin o soğuk cezaevlerinin gün ışığı görmeyen zindanlarına tıkılıyorlar. Yani Amerika, "tak" diye emrediyor, bizim yöneticiler "şak" diye emri yerine getiriyor.
     
İşte o dönemde Amerika'yı doğrudan karşısına alan, Türk hükümetini Amerika'nın dümen suyuna girmekle suçlayan bir tek etkili basın organı vardır: İlk sayısı Kasım 1946'da çıkan Markopaşa. Haftalık siyasi mizah gazetesi. Çıkartanlar: Aziz Nesin, Sabahattin Ali.
     
Şöyle anlatıyor Aziz Nesin:
"Markopaşa adıyla haftalık bir gülmece gazetesi çıkarmayı düşünüyor, hiç param olmadığı için bu işe sermaye arıyordum. İşte bugünlerde Ankara'dan gelen Sabahattin Ali, 'Sermayeyi ben vereyim, gazeteyi birlikte çıkaralım,' dedi.  
Markopaşa, gülmece yoluyla bir kavga -basbayağı bir kavga- gazetesiydi. Markopaşa'nın gerçek değerini anlayabilmek için, o koşulları ayrıntılarıyla bilmek gerekir."
        
Markopaşa'nın ilk çıktığı 1946'da (tek parti dönemi), Cumhuriyet gazetesinin satışı ortalama 30, Vatan'ın 50 bindir.  Markopaşa, muhalif kimliğiyle 60 bin rakamına paşa paşa oturur. Oturur ama, "halkın söylemek istediklerini" dillendirdiği için iktidar partisi başta olmak üzere bir anda şimşekleri üzerine çeker. İktidar partisi CHP, 4 Aralık 1946'da, sıkıyönetimi uzatmak için gerekçe göstererek Markopaşa'yı TBMM gündemine taşır. Pek çok ilin vali ve emniyet müdürü, Markopaşa'yı, kendi sınırları içerisine sokmaz. Gericiler, Markopaşa aleyhine tertipler düzenler, gösteriler yaparlar. Mahkemelerde dava üstüne dava açılır. Dava açanlar sadece yurtiçinden olsalar iyi. Vatan gazetesinin, 5 Ocak 1949 tarihli sayısındaki tek sütunluk haberin girişine bakalım:
"Marko Paşa aleyhine İngiltere, Mısır ve İran Elçilikleri dava açtı.
Marko Paşa gazetesinin 4 ila 6'ncı sayılarında üç yazı neşredilmişti. Bunlar, 'Pamuk Prenses Elizabeth Doğurdu', 'Krallar işi azıttılar', 'Bir kadın aranıyor' başlıklı yazılardı."
          
Bu üç haberde kral ve kraliçelerinin aleyhlerine  neşriyat yapıldığı gerekçesiyle üç devletin büyükelçisi, ellerinde şikayet dilekçeleriyle, Türk savcılarının kapılarını çalarlar.
         
Haftalık siyasi gülmece gazetesi Markopaşa'ya karşı saldırılar dışında yaptırımlar o denli sürdürülür ki gazete, daha sonra bu adını bırakarak; Malum Paşa, Merhum Paşa, Ali Baba, Yedisekiz Hasan Paşa, Bizim Paşa, Medet gibi adlarla ödün vermeksizin politik temelli yayım yaşamını sürdürmek durumunda kalacaktır.
          
Yıldırma politikasına dayalı bu baskılar sırasında Markopaşa başlığının altında daha sonra şu satırları okuruz:
"Ne gün fırsat bulursa o gün çıkar. Çıktığı gün 8 ile 9 arasında satılır. 9'da toplamaya başlarlar."
          
Bir başka sayısında, yine başlığın altında bu metinle birlikte ayrıca, "yazarlarının gözaltında ya da hapiste olmadığı zamanlarda" çıktığı satırlarına da yer verilir.
         
Yazarları nasıl içeri girmesin ki, müttefikimiz Amerika'dan Truman Doktrini ve Marshall Planı sonucu aldığımız yardımlarla "dalga" geçmektedirler. E, bu da müttefikliğe yakışır mı?
Yakışmaz elbet...
           *
"Ey Amerika!"
"Ey Amerika!" diye yeni kıtaya ve onun başkanı Trump'a yumruk sallayan bugünkü Cumhurbaşkanı sakın ola Markopaşa'nın intikamını alıyor olmasın!