Türklerin Batı dünyasında algılanış biçimi her zaman ilgimi çekmiştir ve bu nedenle bu konuda yazılmış birçok kitap inceledim. Özellikle 15. yüzyıldan başlayarak 19.yüzyıl başlarına kadar Osmanlı Devleti’ne çeşitli amaçlarla gelen gezginlerin bazı kitaplarını okumamın yanı sıra İstanbul’da elçilik görevinde bulunmuş kişilerin anlattıkları, özellikle İngiliz, Fransız ve Venedik elçilerinin anılarını da inceledim.  Ayrıca İzmir’de görev yapmış misyonerlerin ve ticaretle uğraşan azınlıkların gözlemleri ile birlikte, ortaya çıkan yap-boz’un parçalarını bir araya getirmeden önce benim de yaşadığım ve gezdiğim ülkelerdeki deneyimlerimi birleştirerek  bir sonuca varmaya çalıştım ancak yine de Batılıların  Türkler hakkında tam olarak ne düşündüklerine yönelik kesin bir şeyler söylemenin zor olduğunu belirtmeliyim;  bununla birlikte, bir varsayım olarak  zihinlerinde  Türklere yönelik çok da  olumlu düşünceler olmamasına pek de şaşırmıyorum.

Bunun akla yakın bazı nedenleri olsa da bazı önyargılar içerdiğini kabul etmeliyiz ki, Einstein bile “Önyargıları parçalamak atomu parçalamaktan çok daha zordur” demişti. Öte yandan, Türkiye’de Batı dünyası ve yaşam felsefesi tam olarak anlaşılabilmiş değildir; çünkü okullarda tarih öğretimi içinde diğer ülkeler ve kültürleri hakkında yapılan olumlu veya olumsuz propagandanın izlerini sürebilirsiniz, bunun dışında özellikle felsefe ve sanat  öğretiminin yetersiz olması da bir başka önemli etkendir. Çünkü düşünme eğitimi ve estetik anlayışı küçük yaşlarda kazandırılması gereken olgulardır ve insanlar okullardan, bırakın merak duygusuna sahip olmayı, soru sormasını bile öğrenmeden mezun olabiliyorlar. Ancak bu olayın bir tarafı. Diğer tarafında ise Batı’da da Oryantal dünyanın mantığı ve felsefesi tam olarak anlaşılamamıştır ve oradaki okullarda da bu konuda tam ve sağlıklı bilgiler verilmediği açıktır. Dolayısı ile iki tarafında birbirlerini tanımadıkları kadar birbirlerini anlamadıklarını da söyleyebiliriz.

Bu ülkede yaşayan biri olarak bana da  “Türk nasıl biridir?” diye bir soru sorulsaydı, doğrusu buna net bir cevap bulmakta zorlanırdım. Çünkü Türklerden önce Anadolu’da yaşamış birçok devlet vardı ve hepsi yıkılıp gittikten sonra geriye Anadolu coğrafyasına hapsolmuş farklı kültürden gelen insanların torunları kaldı. Bunlar gerçek anlamda kimdiler? Çünkü Türkiye’nin batısı ile doğusu kuzeyi ve güneyi arasında bile etnik kökenler açısından farklılıklar olduğunu biliyoruz. Dolayısı ile Anadolu’nun herhangi bir köşesinden bir insan numunesi alıp incelediğinizde, bu kişi en Batılıdan daha liberal ya da en doğuludan daha muhafazakar bir kimliğe sahip biri de olabiliyor. Bir zamanlar bir Amerikalı Türkiye’deki hayatı bir Holywood platosuna benzeterek  sanki bir kentin her bir köşesinde farklı sosyo-ekonomik düzeye ve kültürdeki insanların hayatlarına yönelik bir film çekiliyor gibi  demişti. Bu  yorum bana oldukça mantıklı gelmişti ve  gerçekten böyle bir batı-doğu sentezini  dünyanın başka bir yerinde görmek nerdeyse olanaksızdır.

Batı ile Doğu arasındaki çelişkiler ve karşıtlıklar yüzyıllar boyu ilgi odağı olmuştu; bu durum Hıristiyan dünyasında ciddi bir merak konusuydu ve İslam dünyasındaki Batılı algılaması bir zamanlar çok farklıydı ancak zaman içinde hepsi değişikliklere uğradı  ama şu var ki  bazı politikacılar işler kötü gittiğinde;  bugünün moda deyimi ile söylersek  “küresel güçler” denilen  görünmez güçlerin Şark dünyasına kem gözle baktıklarından dem vururlar, ancak kimse bu görünmez güçlerin kimler ya da ne olduklarını sorgulamaz, çünkü adı üstünde onlar “görünmez güçler” dir. Şimdi bu olası görünmez güçlerin bir zamanlar Osmanlılar hakkındaki genel düşüncelerine bakalım. Ancak Osmanlı’nın kendisi için bile Türklük kavramı tartışmalı iken Batılı için Türklüğün daima Osmanlılık ile özdeşleştirilmiş olduğunu belirtmeliyiz.

Bir zamanlar yani 17.yüzyılın ikinci yarısında İstanbul’a gelen ve baştan aşağı siyahlar giyinmiş John isimli bir İngiliz’in hayali  Osmanlı Padişahı IV. Mehmet’e ve Türklere Hıristiyanlığı kabul ettirmekti. Sokaklarda bu doğrultuda konuşmalar yaparken doğal olarak kendini tımarhanede buldu. Ancak İngiliz Elçiliği kendisini oradan tesadüfen de olsa kurtardığında bilinen şuydu: Türkler o zamanlar delilere karşı  geleneksel merhamet ve  saygı nedeniyle bu kişinin işkence görmediğini biliyorlardı. Ancak İngiliz Elçi Lord  Winchilsea bu kişinin Türk usülü falakaya yatırılıp sopayla dövülmesini istemişti. Bu da Batılıların uslanması zor olan kişiye karşı Osmanlı’dan aldıkları bir yöntem olarak kayıtlara geçmişti.

Osmanlı ‘da en çok sorun çıkaran kibirli Fransız elçileri olmuş; nitekim Fransız elçilerin başına, zindana atılmaktan , sınır dışı edilmekten ya da devlet erkanı tarafından görmezden gelinmeye kadar gelmedik kalmamıştı; buna karşın İngiliz elçiler bu konuda daha dikkatli bir diplomasi izleyerek, yani daha az konuşarak ya da daha az yaygara kopararak istediklerini alıyorlar ve bu  Fransızları fena halde kızdırıyordu.
Örneğin İngiltere’nin Osmanlı Elçisi Sir Robert Ainslie’a göre Türklere sertlik tehdit sökmüyordu. Kabalık ve zorbalıkla hiçbir yere varmak mümkün değildi. İstenilen şeyin yaptırılabilmesi için nezaket gerekiyordu. Ayrıca herhangi bir konuda Türklerin üzerine çok fazla gitmemek, tek defada büyük bir talepte bulunmamak ve ne isteniyorsa onu azar azar elde etmeye çalışmak gerekiyordu. Sir Ainslie’ya göre Türklere sinek yutturulabilirdi ama fil yutturmak o kadar kolay değildi. Onlara karşı küçük adımlar attırılarak büyük sonuçlara varılabilirdi.

Öte yandan İngiltere’nin İzmir Konsolosu Rycaut, Osmanlı İmparatorluğunda görev yapacak elçilerin hem cesur hem de ihtiyatlı olmaları gerektiğini söylerken Türklerin bazen dillerini ayarlayamadıkları düşüncesindeydi. En nazik ve saygılı tavırlarını takınmış gibi göründüklerinde bile hakaret ve küçümsenmeyle karşılaşılabileceği konusunda uyarıda bulunuyorlardı. Rycaut’a göre Osmanlı yöneticilerle müzakerelerde bulunurken eski örneklere ve temayüllere inat derecesinde sıkı sıkıya sarılmak gerekiyordu.Bir kez taviz verilirse bunun sonunun gelmediği bu nedenle ilk başta gösterdiğiniz iyi niyetin zamanla bir zorunluluk alması haline karşı dikkatli olmak gerekiyordu.

Türklerle muhatap olurken başarı sağlamanın en iyi yolunun neşe, canlılık ve cesaretin eşlik ettiği sağlam bir mantık ve söylem ortaya koymak gerekiyordu. Elçilerin her durumda itibarlarının zedelenmemesi için ellerinden geleni yapmaları gerektiği; çünkü böyle olursa Türklere karşı bütün güçlerini, nüfuzlarını ve saygınlıklarını yitirebilecekleri ve bu durum dünyanın diğer milletleri arasında “ ayaklarının altındakini ezip çiğnemeye en eğilimli” olan Türkler karşısında iyi anlaşmalar yapabilme şansını azaltabileceği artık bilinen bir gerçekti.

1746-1762 yılları arasında İstanbul’da elçilik görevinde bulunan İngiliz Elçisi James Porter Osmanlı’da herhangi birinin bir anda çok önemli bir göreve gelebileceğini, bu yüzden devlet kademesinde herkesle iyi ilişkiler içinde olmanın önemine vurgu yaparken Osmanlılardaki kişilik özelliklerini şu şekilde tanımlıyordu. Kuşkuculuk, kindarlık ve intikam dürtüsü ile hareket ediyorlar. Her ne kadar genel hal ve tavırlarına bakacak olursak, kuruntulu ağırbaşlı, sakin ve edilgen görünseler de hiddetle kızıştıklarında,öfkeden denetim altına alınamaz ve başa çıkılamaz derecede gözleri dönüyordu.Duygularını gizlemekte ustaydılar, kinlerini ve intikam arayışlarını ise nesilden nesile  aktarabiliyorlardı.

Fransız Devriminin ardından 1796 yılında İstanbul’a elçi olarak gönderilen Albert-Dubayet’in işi eskiden görev yapmış elçilere göre daha kolaydı. Çünkü  250 yıldır yakın ilişkiler içinde bulundukları Osmanlı’yı artık yakından tanıyorlar ve onlara karşı küçük hesaplar yapmadan erkekçe davranan, yiğit ve gönül yüceliğine sahip insanlardan hoşlandıklarını çok iyi biliyorlardı.

Sonuç olarak Türkler tarafından beğenilip onlarla iyi geçinmenin kolay yollarından biri de onlarla benzer bazı özelliklere ya da fiziki özelliklere sahip olmaktı diyebiliriz. Çünkü Türklerin kalbini ve güvenini kazanmanın en kestirme ve garantili yolu buydu. Örneğin sakallı ve bıyıklı olmak beğenilip kabul edilmeyi kolaylaştıran bir özellikti.Türk gibi güçlü deyimine yaraşır bir görünüme,iriyarı ve sağlam bir yapıya sahip olmaksa, engellerin kolaylıkla aşılmasını sağlayan, hemen saygı ve itibar kazandıran önemli bir ayrıcalıktı.Nitekim 1571-1575 tarihleri arasında Fransa elçiliği yapan Dax Piskoposu Francois De Noailles tam da böyle biriydi. Sakalı ve modaya uygun bıyıkları vardı; üstelik esmerdi ve burnu hafif kemerliydi. Boylu poslu ve güçlü görünümü ile herkesin bir Türk’e benzettiği elçi Sultan II.Selim’in güvenini kazanmıştı.

O yüzyıllarda gerek elçi düzeyinde, gerekse  bir gezgin veya tacir olarak Osmanlı İmparatorluğu sınırları içine yaşamış  ya da  bir şekilde Osmanlı  sarayında köle olarak bulunmuş kişilerin anlattıklarına bakarak  bugünün kendisini Türk olarak değerlendiren kişilerin aynı kişiler olabileceğini söylemek, tıpkı antik çağdaki Romalılar  ile bugünün İtalya’sının, ya da Antik çağ Yunanlıları ile bugünün Yunanistan’da yaşayanların  aynı kişiler olabileceğini iddia etmek kadar mantıksız olurdu. Köprünün altından çok sular akmış, ulusal sınırlar değişmiş ve farklı bir sosyo-ekonomik kimlikler ortaya çıkmıştır. Bununla birlikte bireyler arasında genetik anlamda  bir ilişkilendirme  ile birlikte ; bugün toplumun sahip olduğu alışkanlıklar ve  ezberlenmiş davranış  kalıpları anlamında  bugünkü kuşaklarla bazı bağlar kurulabilme şansı elbette olabilir ancak geçmişin anlayışı ile bugünü değerlendirmenin sakıncaları da vardır. Örneğin Nazilerin II. Dünya Savaşı sırasında Yahudilere karşı acımasız  katliamlarını nasıl bugünün Almanya’da yaşayan insanlara atfedemezsek benzer şekilde geçmişte öyle veya böyle yaşanmış olumlu veya olumsuz olayları da bugün o coğrafyalarda bulunan ülkelerine ve toplumları ile ilişkilendiremeyiz. Ancak sadece toplumsal bazda değil; kişisel olarak bile geçmişimizi analiz ederken tarafsız ve adil olmak zorundayız. Her ne kadar toplumsal alışkanlıklar önemli olsa da günlük hayatımızda çoğu sorunun kişiliklerden kaynaklandığı çok açık bilimsel bir gerçektir. Bu nedenle bizler yine de hangi ulustan olursa olsun ilişki içinde olduğumuz insanların kendilerine odaklanmalıyız. Nitekim bunu yaparken  Mevlana’nın şu anlamlı sözlerini hatırlamakta yarar vardır:  “Kiminle dostluk ettiğinize dikkat edin zira bülbül güle, karga çöplüğe götürür”

Kaynak: Elçiye Zeval Olmaz-Güzin Özen Yılmaz 16.18.yy.da Osmanlı’da Yabancı Elçiler.