Günümüzde ulus-devlet iki farklı düzeyde meydan okumayla karşı karşıya. Birinci meydan okuma "aşağıdan" geliyor. Irka, dinsel kimliğe ve bölgeselliğe dayalı ulus-altı oluşumlar ulusu aşındırma gayretindeler. İkinci meydan okuma ise "yukarıdan". Küreselleşme kavramıyla simgelenen büyük güçlerin ve uluslararası sermayenin hükümranlığı ulus düşüncesini yıpratmaya çalışıyor. İşin kötüsü ulus karşısında, ulus altı ve ulus üstü oluşumlar müthiş bir işbirliği içindeler...

Bu ikili meydan okuma her devlete aynı oranda zarar vermiyor. Küresel sermayeyi yöneten devletler meydan okumalardan etkilenmiyorlar. Hatta bu süreci yöneterek güçlerini arttırıyorlar. Buna karşın küreselleşme mağdurları "sömürülen devletler" bir taraftan küresel sermayenin ülke ekonomisindeki kırılgan hükümranlığıyla "yukarıdan", diğer taraftan da kimliğe dayalı parçalanma tehditleriyle "aşağıdan" etkisizleştiriliyorlar...

İşte bu noktada, yeni emperyalizmin mağduru olan devletlerin yönetimlerine büyük görevler düşüyor. Bir taraftan küresel sermayenin hükümranlığının yarattığı kırılganlığı azaltacak etkili ve üretime dayanan ekonomi politikaları geliştirerek "yukarıdan" gelen baskıları azaltmak; diğer taraftan birleştirici bir ulus düşüncesini ön plana çıkararak yapay bölünmeleri engelleyip "aşağıdan" gelen baskıları önlemek gerekiyor. Ancak böylelikle ulus-altı ile ulus-üstü arasındaki etkileşimin ulus adına yıpratıcı etkileri azaltılabiliyor.
Ne yazık ki ülkemizde siyasal iktidarın zihniyeti, bu etkilerin gücünü daha da arttırmaya hizmet ediyor. Siyasal iktidar dışarıda meşruiyetini ekonomiyi küresel sermayeye teslim ederek, içeride ise ırka, dine ve bölgeselliğe dayalı bir politikayı ön plana çıkararak sağlıyor.
Oysa akıntıya kapılmak değil, akıntıya karşı durmak gerekiyor.

Değerli okurlarım şu günlerde genelde ulusçuluk ve özelde Mustafa Kemal'in Atatürk'ün ulusçuluk düşüncesi meydan okumalara karşı bir alternatif olarak önemli hale geliyor. Ulusçuluğu sahiplenen siyasi oluşumların; özellikle Kılıçdaroğlu başkanlığındaki CHP'nin tarihi sorumlulukları artıyor.

Bu yazımda, 21 Haziran 1997 yılında CHP Genel Başkanı Deniz Baykal'ın başkanlığında düzenlenen parti içi eğitim seminerine katılarak katkı koyan Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı'nın konuşmalarından yararlanarak onun ulusçuluk konusundaki görüşlerini sizlerle paylaşmak istedim. Bu görüşler bugüne de ışık tutuyor.
İşte 21 Ekim 1999 tarihinde evinin önünde uğradığı bombalı saldırı sonucu hayatını kaybeden demokrasi şehidimiz Gazeteci-Yazar Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı'nın ulusçuluk konusundaki çok önemli görüşleri:
"Ulusçuluk ilkesinin iki yönü var. Bunun bir yönünü herkes biliyor. Bir yönü dışa dönük, bağımsızlık, tam bağımsızlıktır. Ulusçuluk ilkesini, o yönün ne kadar evrensel olduğunu Sayın Toktamış Ateş sabahki konuşmasında vurguladı. Kemalist devrimin evrenselliğinin en önemli nedenlerinden bir tanesi, tabii ki, bu ulusçuluğun dışa dönük, bağımsızlık yönüyle ilgilidir hiç kuşku yok.
Hemen burada şunu söyleyeyim: Kemalist devrim bir yukardan aşağıya hareket değildir. Kemalist devrim, biliyorsunuz, ulusal kurtuluş hareketinin başlangıcındaki o yerel kongre iktidarlarından yola çıkan, ama onları çok daha ileriye taşıyan bir devrimdir. O yerel kongreler neyi öngörmüşlerdir düşman olarak? Ya Rum'u öngörmüştür, ya Ermeni'yi öngörmüştür; O tehlikeye karşı silahlanmıştır. Ama Atatürk bunu, evrensel bir emperyalizm olgusuna yönlendirmesini bilmiştir.

Şimdi ikinci yanı üzerinde durmak istiyorum. O da şu: Ulusçuluk ilkesinin ikinci yanı, bir ulus yaratmaya dönüktür. Sayın Genel Başkanın, Cumhuriyet Halk Partisinin Genel Başkanı'nın sabahki konuşmasında vurguladığı gibi, uluslaşmaya dönük yönü bizim için çok önemlidir bugün. Hiçbir toplum gösteremezsiniz ki, uluslaşmadan çağdaşlaşabilmiş olsun, uluslaşmadan demokratikleşebilmiş olsun.
Ne demek uluslaşmak? Aynı topraklar üzerinde yaşayan insanlar arasında bir, "biz" duygusunun, bir "dayanışma" duygusunun yaratılması demek. Eğer bunu yaratamazsanız uluslaşamazsınız, çağdaşlaşamazsınız.

Oysa 1920'ler Anadolusunda, tıpkı bugün olduğu gibi 20 etnik kökenden gelen insan yaşamaktadır, ama bir ulus yoktur.
Burada önemli olan şu: ulus yaratma çabası doğrudur tartışılması gereken şu: Bu ulusu neyin üzerine oturtacaksınız? Irkın mı, dinin mi, kültürün mü?
Irkın üzerine oturtursanız, bunun ne kadar yanlış olduğunu görürsünüz. Zaten Kemalizm'in yeniden evrenselleşmesinin, bence yeniden dünya düzeyinde büyük ilgi toplamasının nedenlerinden bir tanesi, Sovyetler Birliği'nin yıkılmasından sonra Balkanlar'da Kafkaslar'da yaşananlardır.
Soruyorum şimdi, Bosna'da Boşnakları katleden Sırplar, onların karısına kızına tecavüz eden, mallarına el koyan, yakıp yıkan Sırplar ayrı ırktan mı? Hayır, ikisi de aynı ırktan, üstelik aynı dili de konuşuyorlar. Demek ki aynı ırktan olmak bir ulus yaratmak için yeterli değil.

Kuzey İrlanda'da Katolikler, Protestanlar arasındaki iç savaşı göz önüne alınız, bu insanlar aynı ırktan değil mi, aynı dili konuşmuyorlar mı? Ama bir ulus oluşturamıyorlar.
Dini alırsanız, bu da yanlış. Bunun yanlışlığı bu örneklerden görülüyor. Çünkü dini aldığınız zaman, aynı ırktan olan, aynı dili konuşan insanlar din farkından dolayı birbirine düşman oluyorlar. Yine İrlanda'da da bu açık. Bosna örneğinde de öyle.

Atatürk doğrusunu yapmıştır. Tarihsel evriminin de zaten gerektirdiği Batı da budur. 1000 yıllık bir kültür beraberliğinin ürününün üzerine bir ulus inşa etmeye çalışmıştır.
Şimdi, burada şu nokta yeterince açıklığa kavuşmak zorundadır. Acaba bazılarının ve özellikle İkinci Cumhuriyetçilerin öne sürdükleri gibi, bütün bu görünüşe karşın Kemalist ulusçuluk ırkçılık mıdır? Atatürk niçin, "Ne mutlu Türküm diyene" demiştir?

Bir defa şunu unutmayın: Tabii, bunun bilinen bir yanı var, hepimiz her yerde söylüyoruz, siz de söylüyorsunuz; "Ne mutlu Türk olan" dememiştir, "Ne mutlu Türküm diyene" demiştir. Önemli bir fark var tabii; ama bu yetmez, bu açıklama yetmez. Her olayı kendi koşulları içinde değerlendirmek gerekir.

Cumhuriyet Halk Partisi'nin  milletvekili de olan Rafet Işıtman tutup şiir yazıyor; "Ne mutlu bana ki Türk yaratıldım" diyor. Dikkat edin, Türk yaratıldım. Milli şair diye nitelendirilen Mehmet Emin Yurdakul şiir yazıyor, "dinim, ırkım uludur" diye. Dünyaya bakın, dünyada Nazizm'in, faşizmin yükselme dönemi, ırkçılığın yükselme dönemi. Bizim aydınlarımız da onun etkisi altındalar. Bu dönemde Atatürk çıkıyor, bunların önünü kesiyor. "Ne mutlu Türk olana" değil, "Ne mutlu Türküm diyene" diyor. Kendi el yazısıyla yazdığı kitapta ilk cümleyi koyuyor; "Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk Milleti denir." Burada ne ırksal ayrım var, ne dinsel ayrım vardır.

Arkadaşlar, ulusal kimlik bir üst kimliktir. Ulusal kimliğin ırkla ilgisi yoktur, alt kimliklerle ilgisi yoktur ama alt kimliklerin bir sentezidir ulusal kimlik...
Arkadaşlar, bu topraklar üzerinde 20 etnik kökende insan yaşıyor. Her etnik köken bir kimliktir, bir alt kimliktir; Türkmen kimliği de dahildir. Laz kimliği de dahildir. Hepsi dahildir. Tıpkı, işçinin bir iş kimliği vardır, işverenin bir işveren kimliği vardır, esnafın kimliği vardır, öğrenci kimliği vardır, siyaset adamı olmak bir kimliktir, bunların hepsi birer kimliktir. Nasıl ki, iç Anadolulu olmak, Güneydoğulu olmak ayrı kimliktir, Karadenizli olmak ayrı kimliktir; bunların hepsi bir alt kimliktir. Ama ulusal kimlik dediğimiz şey, bu alt kimlikleri yadsımaz, bunlarla çelişmez; bunların bir sentezini temsil eder..." 
 
Değerli okurlarım, Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı'nın anlattığı bu gerçekleri dikkatle okuyup düşünmek durumundayız (Özellikle CHP'nin Genel Başkanı ve yöneticileri!). Ülkemizde benzeri olayları yaşamamak ve yaşatmamak için kurulan tuzaklara ve oynanan oyunlara karşı uyanık olmalıyız.
Uluslaşmamızı "biz" ve "dayanışma" duygusunu yaratıp, birlik ve beraberliğimizi oluşturarak, Atatürk ilke ve devrimlerinin rehberliğinde tamamlamalıyız.
CHP'nin tarihsel misyonu, bu sürecin altını oymak değil bu sürece önderlik etmektir.
Çünkü başka Türkiye, başka Türk Milleti yok!