Belki 'Kara' veriyordu ismini karanlığa, belki de 'Karanlık' siyahı karaya çeviriyordu. O kadar kapkara gecelerdi. Neredeyse her gün gidip geldiğimiz ezbere yollar olmasa, önündeki karanlığa tek adım dahi atmak zordu. Gözlerin görmediği yerde kulaklar her şeyi duyumsardı. Yanında yürüyen can yoldaşının karlardaki ayak seslerini, nefes alışını duymak içindeki öfkeyle savaşını dağıtırdı.
Attığın her adımda bir rüyanın parçası mı yoksa gerçekte mi olduğunu anlamaya gayret ederdin. Çünkü bu kapkaranlık yolculuğu rüyalarında da o kadar çok yaşardın ki. Her yolculukta bir dostun eksik olurdu. Eğer orada olması mümkün olmayan biri seninle yürüyorsa rüyadaydın. Eğer helikopter ile yaralı askerleri almaya giden kardeşin dışında diğerleri yanında yürüyorsa gerçeğin karanlığı içindeydin demekti.
Helikopter pistinin hemen karşısındaki yataklarımızdan hastaneye bu yolculuğu onlarca defa yapmıştık. Acemiyken kıdemlilerin bu gece yine hastane yolcusuyuz öngörüsünün tutmasını hayretle karşılardık. Ama günler içinde gece artan helikopter seslerinin olası bir operasyon ve çatışmanın göstergesi olduğunu anlamamız zaman almamıştı. Gece adeta helikopter seslerini dinler, sakinlik varsa bir an önce uykuya dalmaya gayret ederdik. Helikopter sesleri yoğunsa o gece hastaneden 'Yaralılar için hemen gelin' telefonu almamız beklenen felaketti. O gecelerde yattığım odayı düşündüğümde aklıma gelen şeyler gece gelen telefonlarla uyanmalarda göğsümün kafesini zorlayacak şekilde çarpan kalbim, her helikopter hareketlenmesinde isyan edercesine küfür eden dostlarım ve çatışmaların olmadığı dönemlerde büyük bir heyecanla oynadığımız play-station turnuvaları.

O kısa gibi görünen ama her adımında bir yaşamı gözünüzün önünden geçirdiğiniz yolculuğun sonunda hastaneye varırdınız. Asıl ızdırap orada başlardı. Güvenlik sağlanmadan yaralı ve şehitleri almaya giden helikopterler çatışma alanına giremezdi. Siz saatlerce, bazen tek kelime etmeden uzaktaki ışıklara bakar, hayaller kurardınız. Geçen her dakikada yaralı, şehit sayısı artabilir, zaman zaman komutanlarınıza yalvarırdınız. 'Güvenlik ya da başka bir şey önemli değil. Bizi de bindirin ve gidelim oraya. Gerekirse biz de çatışalım' diye.
Uzaklardaki ışıklar her birimizi kendi hayatına kendi memleketlerine götürürdü. Saate bakardım, gece 3. Annem, babam, kardeşim uyuyor olmalıydılar. Belki de onlar da uyku tutmadıysa yataklarında beni düşünüyorlardı. Sonra Alsancak, Çeşme gelirdi aklıma. Bu saatte olsa olsa oralar ayakta olurdu. İnsanlar mutluydu, kadehler kaldırıp, danslar ediyor olmalıydılar. Onlar için birileri son nefeslerini verirken, ertesi gün ayıldıklarında acaba gazetelerin satır aralarında bu dünyayla vedalaşanları fark edebilecekler miydi? Öfkeliydim her şeye. Kör karanlık dağlarda hayatlarını düşünmeden feda edenlere saygı olmadığını hissediyordum. Sanki ülkem, karanlık bir gecede karmakarışık bir rüya görüyordu. Bir yanında kahkaha, mutluluk sesleri, diğer yanda silah sesleri, yaralanmış son nefesini vermiş bir aslanın kaderini kabullenirken iniltileri.

Üzerinden 10 yıldan fazla zaman geçti. Yine bizim yürüdüğümüz yollarda meslektaşlarım yürüyor, yine bizim ışıklara baktığımız yerlerde birileri ışıklara bakıyor. Şimdi o dağlardan çok uzaklarda belki de hiçbir şeyden habersiz gülüp kahkaha atan benim. Gazetelerde şehit haberleriyle karşılaşmak utandırıyor beni, suçlu hissetmeme sebep oluyor. Öyle bir ülkede yaşar olduk ki, insanlar şehit olduğunda dahi televizyonlarda alt yazı geçerken göbek havaları çalıyor. Şehit haberlerine yayın yasağı gelip, adeta konuşulması anılması yasaklanıyor. Birileri ölürken birileri törenler düzenleyip, ülkenin aydınlıklara gittiğini davul zurna eşliğinde haykırıyor. Düşünüyorum şimdi, hiç mi utanmıyor, hiç mi suçluluk duymuyorsunuz?