Geçen haftaki yazımda; 1955 yılında İstanbul ve İzmir'de azınlıklara yönelik saldırıların yarattığı korkunç ortamdan bahsetmiştim. Bir gazete yazısının elbette bazı kurallarının olması gerekirdi. Aslında söz konusu olaylar kitaplara konu olmuştu. Dahası; 1960 27 Mayıs'ından sonra Yassıada Mahkemeleri olarak bilinen Yüksek Adalet Divanı'nda olayların sorumluları belirlenmeye çalışılmış olabildiği kadarıyla da cezalandırılmıştı. Yazımızı, konuya yaklaşımımızın bir gazete yazısı kapsamında kalabildiğini açıklayarak bitirmiştik.

Ancak; sağ olsunlar bazı okurlar ve özelikle eşim yazımın daha kapsamlı olması gerektiği hususunda beni uyardı. Elbette onların hakları vardı. Gerçekten, daha neler olmuştu? Elimizden geldiği ve hatırlayabildiğimiz kadarıyla biraz da onlardan bahsetmeme ne dersiniz? İzin verir misiniz?

Bakınız; önceki yazımda olayların başlamasına neden olan olayları sayarken o günkü hükümet ve yöneticilerin tutumları tam olarak açıklanmamıştı. Oysa; 1953 yıllarında "Türkiye'nin Kıbrıs diye bir meselesi yoktur" diyen Dışişleri Bakanlığı'mız yerine 1955 yılına gelindiğinde Hükümet, "Kıbrıs Türktür" sloganı ile toplumu yönlendirme yoluna girmişti. Olayların başlamasından önce Kıbrıs için Londra'da toplantılar yapılmaktaydı. Belgelere göre; Baş Müzakerecimiz  Fatin Rüştü Zorlu; tezimizin toplum tarafından benimsendiğini ispat etmek için bazı gösteriler yapılmasının yararlı olacağını düşünerek Başbakanlığa şifreli bir telgraf çekiyor.

Sonradan yapılan araştırmalar Hükümetin bu isteğe uyarak kendi bilgisi altında bir tepki hareketini planladığını ortaya koymaktadır. Nitekim; İzmir'de Vali Kemal Hadımlı ve İstanbul'da İçişleri Bakanı Namık Gedik başından beri olayların içinde hem teşvikçi hem de izleyici olarak bulunmaktadırlar.1980 yılı başlarında tanıştığım eski Demokrat Partili bir ağabeyim samimiyetimiz arttıkça bazı bilinmeyenleri bana nakletmişti. Kendisi bizzat olayların içindeydi. Nitekim; bu kişinin adına Yassıada Mahkemeleri duruşma tutanaklarında da rastlamıştım. Şöyle diyordu: Ben o tarihlerde Tepecik (Şimdiki Yenişehir) D.P. Bucak Teşkilatında görevliydim. Bize bazı emniyet görevlileri gelerek özellikle Fuar Yunanistan Pavyonu önünde bir gösteri yapmamızı istediler. Eklediklerine göre polisler bizlere sert hareketlerle karşılık vermeyeceklerdi. Ancak; toplanıp oraya gittiğimizde ortalığın toz duman olduğunu gördüm. Yapacak bir şey  yoktu.

Gerçekten İstanbul'daki kadar olmasa bile İzmir'de de Yunanistan Konsolosluğunu, Fuardaki Yunanistan Pavyonunu yakma ve yıkma girişimleri olmuştur. Benzer girişimlerin Alsancak'taki gayrimüslimlerin ev ve işyerlerine  karşı yapıldığı da bilinmektedir.  Önceki yazımda belirttiğim üzere İstanbul'a gidememiştim ama olaylar ertesinde  İzmir'e Alsancak'ta oturan teyzemlere gitmiştim. Teyzemin oğlu yaşdaşımdı. Onunla Alsancak'ta dolaştık. O zamanki Pazaryerinde şimdiki Kıbrıs Şehitleri Caddesinde bulunan Vasil Triyandafilis'in pastanesi darma duman olmuştu. Orası bizim en güzel dondurmaları yediğimiz bir yerdi. İçimin cız ettiğini hatırlıyorum. Akşam gittiğimiz Fuar'da Yunanistan Pavyonu kapalıydı, etrafı polis ve asker kordonu ile kuşatılmıştı. Yanık izleri duvarla durmaktaydı ve pavyonun bir bölümünde yıkık duvarlar vardı. Bunları anlatırken hemen ekleyeyim. Hafta içinde eşimin bir akrabası büyüğüm ile konuşma fırsatım oldu. Söz döndü dolaştı İzmir'deki 6-7 Eylül olaylarına geldi. Kendisi olayları bire bir yaşamıştı. Bana anlattığına göre Fuar'daki  kontrol edilemez kalabalık, talan girişiminde bulunmanın yanında itfaiye hortumlarını keserek olayları büyütme yönünde çalışıyorlardı. Üstelik kendilerini sakinliğe çağıran sivilleri vatan hainliğiyle itham ediyorlardı.

1955 yılındaki bu olayların üç sene sonrasında bu kere bir lise öğrencisi olarak İstanbul'a gitme şansım oldu. İnanın aradan geçen o üç seneye rağmen olayların izleri bir dehşet abidesi gibi durmaktaydı. Kapıları zincirlerle bağlanmış kiliseleri, camları kırılmış kepenkleri yarıya çekilmiş işyerlerini, panjurları kapalı güzelim evleri şimdi bile içim acıyarak anımsıyorum.

İlk yazımda da belirttiğim üzere 6-7 Eylül olayları görünüşte Ata'nın Selanik'teki evine bomba atılmasıyla ilgiliymiş gibi algılansa bile gerçekte o günkü iktidarın gafletine bağlanması gereken bir toplum hareketi , kontrol edilemez gücün neler yapabileceğini gösterir vandallık örneği olarak değerlendirilmelidir. Ne yazık ki bu ülke insanı benzer örnekleri özellikle 1980 yılı öncesinde Çorum ve Kahramanmaraş'ta  sonrasında 1990'larda Sivas'ta yaşamıştır. Ne denir? Tarihten ders almamacasına...

Esenlikle kalınız...