“Yağlıboya animasyon film” fikrini ilk duyduğumda biraz yadırgamış olsam da, Vincent van Gogh’un eserlerine olan ilgim nedeniyle, “Loving Vincent” (Vincent’tan Sevgilerle) filmini izlemeye gittim.  

Filmin hikayesi, Van Gogh’un ağırlıklı olarak son yıllarında ürettikleri arasından seçilen 94 eserinin canlandırılmasıyla oluşturulan sahneler üzerinden anlatılıyor. Türünün ilk örneği olan filmdeki yaklaşık 67 bin karenin her biri, Van Gogh ile aynı tekniği kullanan 125 ressamın elinden çıkmış birer yağlıboya resim.

Her ne kadar resimleri sinema perdesinde canlandırılmış olarak izlemek, adeta resimlerin içine girerek, ressamın modern sanatın temelleri sayılan ifade yüklü fırça darbeleri ile canlı renklerini yakından inceleme olanağı sunsa da, filmi görsel olarak biraz yorucu buldum.

Filmde, ressamın postacısının oğlu Armand, babasının ricası üzerine, Vincent van Gogh öldükten bir yıl sonra, ressamın kardeşi Theo’ya yazdığı son mektubu şahsen ulaştırmak üzere yola çıkıyor.

Ressamın kanlar içinde, vücudunda bir kurşunla kaldığı pansiyona döndüğünde “kendimi öldürmeye çalıştım” dediği bilinmesine rağmen, intihar etmiş olması aklına yatmayan Armand, Van Gogh’un çevresindeki ve olay hakkında bilgisi olabilecek kişilerle görüşüyor, hatta hepsinin “ifadesini alıyor”. Cinayet şüphesi bulunan bir ölümün aydınlatılmasına odaklanan hikaye, sanatçının yaşamını da irdelemesine rağmen, polisiye filmi hissi veriyor. Ressamın ruhuna dair pek az bilgi, duygu ve derinlik sunuyor.  

Sinema çıkışında, gözlerimde Van Gogh’un tarlaları, gökyüzleri ve portreleri takılı kalmış olarak, ressamın yaşam öyküsünün verdiği hüzünle yağmurlu sokaklarda eve yürürken, düşüncelerim ressamın iç dünyasına gidiyor.  

Van Gogh’u tanımak isteyen biri için, eserlerinden sonra muhtemelen en iyi kaynak, 17 yıl boyunca, ölümünden 2 gün öncesine dek kardeşine yazdığı mektupların derlendiği “Theo’ya Mektuplar”* adlı kitap.

Vincent’ın, en yakın dostu, manevi ve finansal destekçisi olan Theo ile arasında güçlü bir sevgi ve bağ var. Mektuplara göz atarken, yazışmaların sıklığı ve ayrıntı düzeyinden yola çıkarak, yaşadıkları dönemde WhatsApp olsaydı, iki kardeşin uygulamanın çok iyi kullanıcıları olacağını düşünüyorum.

Bir mektubunda “Kitaba karşı hemen hemen karşı konulmaz bir tutkum var; hiç durmadan okumak, öğrenmek, kendi kendimi yetiştirmek peynir ekmek kadar kesin bir gereksinim benim için.” yazan Vincent, sıklıkla okuduğu kitaplardan ve bu kitaplardaki fikirlerden söz ediyor. Charles Dickens, Alphonse Daudet, Guy de Maupassant ve Leo Tolstoy, eserleri üzerine kafa yorduğu yazarlardan.

Aşk hakkındaki görüşlerinden, tanıştığı kişilerden, gittiği yerlerden bahseden ressamın, gördüğü renklerin tonlarını ve manzaraların kendisinde uyandırdığı hisleri de belirttiği doğa tasvirlerini okurken, gözümde tabloları canlanıyor.

Doğayı, sanatı ve insanları seven Vincent, insana güç kazandıranın, birçok şeyi sevmek olduğunu söylüyor. Çok seven kişinin çok çalışacağını ve çok şey başarabileceğini, sevgiyle yapılmış bir işin iyi yapılmış olacağını ifade ediyor. “Gerçekten sevilmeye değer şeyleri sadakatle sevmeyi sürdürebilirse kişi, sevgisini anlamsız, değersiz, önemsiz şeylere ziyan etmezse, zamanla daha çok ışığa kavuşacak, güçlenecektir.” diyor.

Resim yapmaya 28 yaşında başlayan ve 37 yıllık ömründe 900 resim yapan Van Gogh, hayatının amacını şöyle anlatıyor:

“Çoğu kişinin gözünde neyim, kimim ben -bir hiç, ya da aksi suratlı, yadırgı bir adam- toplumda doğru dürüst bir yeri olmayan, hiçbir zaman da bir yer bulamayacak olan, kısacası, alçağın alçağı biri. Pekâlâ, diyelim ki bunlar doğru, gene de yapıtlarımla, böylesi yadırgı bir adamın, böylesi bir hiçin yüreğinde neler olduğunu dünyaya göstermek isterdim. Yaşamdaki amacım bu işte; ancak, her şeye karşın, bunun temelinde öfkeden çok sevgi, tutkudan çok sükûnet yatıyor.”

Yaşamında fazla takdir görmeyen, bir tek tablosu satılan Van Gogh’un eserleri, bugün tahmininden çok daha fazla kişiye, ressamın içindeki “saf ve sakin uyumu”, müziği gösteriyor.

* Yapı Kredi Yayınları