Doğru. ABD, İngiliz sömürgeciliğine karşı bağımsızlık savaşı sonrasında kurulan bir devletti. Ancak biraz serpilmeye başlayınca, kendisi sömürgeci politikalar izlemeye başladı.
    
1823 yılında Monroe Doktrini ile Avrupa'nın içişlerine karışmayacağını ilan ederken, diğer taraftan Avrupa'yı Amerika kıtasına karıştırmayacağını ifade ediyordu. Bir başka ifadeyle, ABD, kendi arka bahçesini Amerika kıtası olarak tanımlamış ve bu kıtaya yönelik Avrupa'dan gelecek bir tehdide karşı mücadele vereceğini belirtmişti.
    
114 gün süren 1898 tarihli İspanya-ABD Savaşı'nı ABD'nin kazanması ile birçok eski İspanyol sömürgesi ABD'nin kontrolüne geçmiş, böylelikle ABD önemli bir küresel güç olma yoluna girmişti. Theodore Roosevelt iktidarında ise Big Stick (Kalın Sopa) politikası çerçevesinde Nikaragua, Haiti ve Dominik Cumhuriyeti'nde ABD yanlısı iktidar değişiklikleri yapılmıştı.
    
Birinci Dünya Savaşı'nda Avrupa'nın çöküşü sürecinde, bu kez idealist argümanlarla Avrupa dışı devletleri de yanına çekmek isteyen ABD, kendi kaderini tayinden açık diplomasiye kadar birçok ilkeyi sahiplendiğini belirtmişti. Wilson Doktrini, sömürgecilikten çok çekmiş birçok halkta olumlu yankılanmış, hatta Osmanlı'nın son günlerinde birçok Osmanlı entelektüeli Wilson prensiplerini destekleyerek Amerikan mandası talep etmeyi bile düşünmüştü. Oysa ABD emperyalizmi, idealizm kılıfıyla, kendi çıkarlarını gerçekleştirmekte yol almaktaydı.
    
İkinci Dünya Savaşı sırasında genellikle özgürlüklerle anılan bir devlet olan ABD'nin emperyalist vizyonu Soğuk Savaş yıllarında yeniden açığa çıktı. Operasyonlarla, gizli faaliyetlerle birçok ABD karşıtı devlette rejim değişiklikleri ve karışıklıklar çıkartıldı. ABD, 1948'de Amerika kıtasında egemenliğini tesis etmeye yardımcı olmak amacıyla Amerikan Devletleri Örgütü'nü kurdurttu. Örgüte üye olmaları konusunda Amerika kıtası devletlerini açıkça tehdit etti. ABD askerlerinin ülkelerine yerleşmelerine izin vermeyen Brezilya ve Uruguay'a karşı saldırı planları yaptı. Bolivya'da askeri cuntayı iktidara taşıdı. Guatemala'da seçimle gelmiş iktidarı 1950'lerin ortasında devirdi.
    
Ronald Reagan'ın iktidarı yıllarında ABD emperyalizmi tavan yaptı. Reagan, Nikaragua ve El Salvador'da otoriter rejimleri destekledi. İç savaşlar çıkarttı. Falkland Krizi'nde Arjantin'i değil, işgalci İngiltere'yi destekledi.
    
2000'li yıllarda da ABD'nin politikası aynı düzlemde gelişti. 2002'de Venezuela'da Hugo Chavez'i devirebilmek için bir darbe girişiminde bulundu, ancak başaramadı. 2009 Honduras darbesinde başarıya ulaştı.
    
Geçtiğimiz hafta, ABD destekli bir başka girişimle Venezuela'da solcu Nicholas Maduro hükümeti devrilmek istendi. Venezuela'nın büyük bir petrol üreticisi olması ve ABD'nin küresel politikasına radikal bir muhalefet yapması, örneğin Ortadoğu krizlerinde İran ve Suriye'nin yanında yer alması ABD'nin tepkisini çekmişti.
    
ABD'nin Maduro engelini bertaraf etme yöntemi oldukça geleneksel oldu: Darbeyi ve darbecileri destekleme...
    
Venezuela'da bugün Maduro kontrolü elinde tutuyor gibi gözüküyor. ABD, bundan sonra Venezuela'yı dönüştürme hedefinden vazgeçecek mi? Yeni bir darbe arayışını destekleyecek mi? Yoksa başka yöntemler mi geliştirecek? İzleyeceğiz...