Herkese soruyorum; diyelim ki Pazar günü evinizde sandık kurulacak ve evde tek kişinin tüm yaşamınızla ilgili karar alması oylanacak. Sizler önceki haklarınızdan vazgeçeceksiniz. Size ve özgürlüğünüze ilişkin hiçbir vaat yok. Evinizdeki önceki haklarınızdan vazgeçer misiniz? Özgürlüğünüzün sınırları konusunda tek kişiyi yetkilendirir misiniz? Kime sorsam yanıt aynı: HAYIR!..
          
Kendi evinde kimseye yetki vermek istemeyenler, tüm ülke halkının özgürlük alanının kısıtlanmasına evet demiş olacaklar.
         
Evet/hayır ikilemine memur edilen Türkiye, sözün tükendiği noktayı çoktan aştı. Sorunlar ve sorular çığ gibi artarken, siyasettekiler hep aynı yerdeler. Bağırgan, buyurgan, öfkeli, baskıcı, kendisinden başkasının görüşüne tahammülsüz...
          
Seçimler/halk oy(a)lamaları ile yitik yıllarımızda, siyaset alanını kaplayan çatışmacı, suçlayıcı üslup ve söylemler iyice yerleşti.
          
Siyaset için yapıcı alan bırakmayan, kişileri, kurumları tüketen söylemlerle yitirilen, geleceğimizden çalınmış zamanlarımız. Her geçen gün artan yaşam kaygısı, pahalılık, kronikleşen işsizlik, katlanan yoksulluk, yolsuzlukla beslenenlerin katlanan zenginliği ve giderek belirginleşen gelir uçurumu. Orta sınıftan alt gelir dilimine itilmeme mücadelesinin getirdiği değerler erozyonu ile tortulanan derin yozlaşma... Ve artık özgür iradeli bireylerin siyaset yapma olanağının kalmadığı, bir yere gelmenin tepedeki dudakların arasına sıkıştığı, katılma kanalları giderek tıkanan bir sistemin inşası. Rejimin dönüşmesi ile artan kaygı, geleceği öngörememe, yakın uzak gelecekteki belirsizlik ve güvencesizlik.  
          
Toplum sorunlarının çözümü için fikir üretecek yerde, toplumu belli bir yöne sevk edebilme yollarının arayışına tüketilen zaman ve enerji.
          
Ülke ve toplum çıkarlarını kollayıcı uzun soluklu plan, strateji, senaryo çalışmaları yerine, stratejik ortak bellediklerimizin çıkar motiflerine uygun çıktılar ortaya koyan bol zikzaklı dış politika ile kişileri yerleştirip, kurumları, yerleşik gelenekleri tahrip eden bir yeniden yapılanma.   
          
Çemberin giderek daraltıldığı bir süreçte, dışarıyı çok iyi gözlemleyen ve ülke çıkarlarını kollayan uzman kadrolar çıkarabilecek bir Meclis yerine, sayısal ağırlığı artan, niteliği ortadan kalkan göstermelik bir Meclis yapısı öngörülüyor.
         
Bizi anayasa üzerinden dolanarak girdaba sürükleyen bu dönüşüm sürecinde belirli olan tek şey belirsizlik. Getirilmek istenenin değil; önemli olanın önceki düzeni yıkmak olduğunu, yeni bir devlet kurmaktan söz eden başdanışmanlardan birinin sözleri ortaya koyuyor. Öylesine net bir açıklama ki örtülecek, saklanacak hiçbir yanı yok: "Sessiz değil. Halkımız gümbür gümbür bir Devrim yapıyor farkında mısınız. Halk kendi Devletini kurmak için adım atıyor, 16 Nisan kutlu olsun!..." mesajını paylaşan başdanışman henüz belli olmayan sandık sonucunu (!) da ilan etmiş. "Başkan ve adamları" düzeninin daha sandık sonuçları ilan edilmeden ilanı!.. da diyebiliriz.
         
İktidar gücünü kuşananların istenmeyen olarak ilan ettikleri parlamenter sistemin özü kuvvetler ayrılığına dayanıyor. Gücünü Meclis'ten alıyor. Meclis milletten. Meclisin içinden çıkan, milletin iradesine tabi. Oysa önerilen değişiklikle, millete seçtirilerek güçlendirilecek tek kişi etrafında millet iradesi aranmaksızın kurulacak bir hükümet sisteminden, yeni bir rejim arayışından, hatta daha öte yeni bir devletten söz ediliyor. Buradan bakınca; kurulan sandık, milleti kendi iradesinden kendiliğinden vazgeçirmeye, Meclisin yetkilerini de tek kişiye devretmeye çağrıdan daha ötedir.
           
Neresinden baksanız sakatlıklarla dolu bir anayasa değiştirme süreci. Gelin görün ki yanlışları anlatacak zeminler kısıtlı. Üstelik, akademiyi kendi söylemlerinin yanında duranlar kadar tanıyan iktidar anlayışının kapsama alanı çok geniş. Yeniden dizayn edilen akademinin, suskunluğu da eklenince, iktidarın elindeki gücün daha fazlasını kuşanabileceği bir arayışı tüm iç ve dış sorunların önüne koyabileceği bir iklim yaratılabildi.
           
Tıpta, genler ile oynanmış olana, genetiği bozulmuş deniliyor. Genetiği bozulmuş diye tanımlanan, önceki yapısından daha güçlü değil. Toplumsal alanda da zaman içinde yapılanmış olan kurumların temel nitelikleri dönüştürülünce, işlevleri farklılaşır. Sistem dediğimiz, kendi içinde tutarlı parçaları olan bir bütündür. Sistem gücünü, tüm parçaların birbiri ile uyumundan alır. Her bir sistemin farklı unsurunu alarak bütünün sağlıklı işlediği bir yapı kuramazsınız; sadece daha öncekini bozmuş olursunuz.
           
Hem bizi biz yapan tarihsel/kültürel/kurumsal birikimleri ortadan kaldırıp, hem de bize özgü olduğu iddia edilen bir sistem kurulamaz. Bir kişiyi diğerlerinden ayrı, "tek" olarak görmek, sistemdeki kuvvetler dengesinin tek kişi lehine bozulması demektir. Kurulacak olan bizleri güçlendirmekten çok, bizi önceki biz olarak reddedeni güçlü kılmaya yarar.
         
Biz olarak var olduğumuz Parlamenter sistemi güçlendirerek güçlenmeyi tercihin, biz yerine, "siz" ya da birisinin kendisi ile tanımladığı gibi (benim halkım, benim milletim........ ) "öteki"  olmayı reddetmenin, biz olarak kalma ısrarının adıdır HAYIR!...
         
Bir kişiyi güçlendirerek, tüm milletin güçlenmesi mümkün olsaydı, Osmanlı Devleti tüm şaşaası ile hala yaşıyor olacaktı. Osmanlı'dan kalan son toprak parçasında birlik, beraberlik tohumlarını atan Atatürk'ün kendisini kalıcılaştırmak yerine,  milleti güçlendirmeyi seçtiğini ve bu yüzden her birimizi eşit yurttaş yapan egemenlik anlayışını büyük zorluklarla inşa ettiğini her zaman anımsamalıyız.
         
Özellikle biz kadınlar, eşit yurttaş olmak yanında, sosyal, ekonomik, siyasal, hukuki haklar açısından kazanımlarımızı milleti güçlü kılan anlayışa borçluyuz. Büyük savaşların içinden geçtiğimiz halde coğrafyamızda ağırlığı olan güçlü bir devlet olmayı, Atatürk'ün Cumhuriyet'le bütünleştirdiği Türk milletinin gücü ile başardık. Şimdi tüm gücümüzü siyasete delege etmemiz ve ancak o(na)y sandıklarında hatırlanacağımız, siyasal katılmanın sandıkla sınırlı olduğu bir sisteme "evet" dememiz isteniyor.
        
Siyaset ve siyasetçiler geçici, millet kalıcı. Bir zamanlar birbirine laf yetiştiren siyasetçilerin hiçbiri yok. Milletin sorunlarının çözümü önünde engel oluşturan ve birbirine laf yetiştiren siyasetçiler üreten siyasetten kurtulmak gerekirken, biz kendi egemenlik hakkımızı devretmeye çağırılıyoruz. Yapılması gerekenle yapılan arasındaki büyük boşlukta kurulmuş olan sandığa giderken, beynimizde birikmiş sorular çığ gibi!..
         
Denge ve kontrol mekanizmalarını devre dışı bırakarak ve tek kişiyi koruma altına alarak güçlendirmenin hesabı ile yapılmış bir anayasa değişikliğine "evet" demek, hukuk (kurumsallık) yerine, hükümranın (iktidarın) yasasının (keyfiliğin) geçerli olduğu bir yapıyı onaylamak anlamına gelir. Bunun adı "Yasa Devleti"dir. Yasa devletinde yasayı yapan, Hukuk Devleti'nde ise yurttaş özgürdür. Vatandaşlara hak ve özgürlükleri tanıyan ve kuvvetler ayrılığını kurumsallaştıran devlet, demokratik devlet; hak ve özgürlükleri tanımakla yetinmeyip güvence altına alan devlet ise hukuk devletidir. Buradan; hukuk devleti, demokratik devletin hukukla sağlamlaşmış biçimidir denilebilir. Yetkilerin tek elde toplaştığı rejim, tekçi rejim, kuvvetler birliği rejimi ya da diktatörlük olarak anılır. Demokrasiler gibi, tekçi rejimin de çeşitleri vardır. Bir kişinin partisi aracılığı ile de güçlendirildiği bir sistem, keyfiyeti güvence altına almak demektir.
          
Hani, 1982 Anayasası için askerle özdeşleştirilen vesayet sisteminin anayasası deniliyordu ya; iyi de eleştirdiğimiz özgürlüklerin azaltılmış olması değil miydi? Bunun gerisine sürüklenmeye, sivil vesayetin kalıcılaşmasına  neden "evet" diyelim?!..
         
Vatandaşların hak ve özgürlüklerine ilişkin tek bir satır söz edilmeyen, ancak, kazanılmış haklar alanının tek kişinin kararına bırakıldığı kaygan bir zemine geçişe "evet" denilemez.  
         
Sandıkta evet diyenlerle, hayır diyenlerin kaderlerinin farklı olacağının mesajlarının verilmediği, kişiler yerine kuralların öncelikli olduğu, tüm toplum üyelerinin, yöneten/yönetilen ayrımı gözetilmeksizin aynı kurallarla yönetileceği bir biçim üzerine düşüneceğimiz günlerimiz olsun istiyorsak, her türlü vesayete "hayır" diyebilmenin son fırsatını değerlendirmeliyiz.  
------------------------
NOT: Aynı başlığa atfen yazdığım 2010 referandumu öncesi yazımda, "Referandum sonrasında Türkiye'yi yeni bir anayasa yapmayı konuşuyor bulacağız. Bu oyun rejim başkalaşıncaya, rejimin başkalaşmasına direnen kişi ve kuruluşlar başkalaşımın içine çekilinceye dek sürdürülecek. Ya oyunu bozan olacaksınız ya da oyunun parçası" demiştim... Şimdi fiilen başkalaşan rejimi kalıcılaştırmayı oylamayı konuşuyoruz. Sonra, başdanışmanlar ipucunu verdiler; yeni devlet kurmayı konuşuyor olacağız. Dilerim akıl galip gelir ve bu satırları da anımsatmak gerekmez.

Bkz:http://www.haberekspres.com.tr/12-eylul-hatasina-ikinci-kez-dusmemek-icin-hayir-makale,92.html