Sayın Cumhurbaşkanı, Başbakanken, Hz. Ömer'in sözünü, çok sık yaptığı gibi, yine yanlış ifade etmişti. "Fırat'ın kıyısında kaybolan kuzu", "Dicle kıyısında kaybolan koyun"a dönüşse de, hesabını idarecilerin vermesi gerektiğini söylemişti.

Bugün Fırat'ın, Boğaz'ın, Ege ve Akdeniz'in, kıyılarında, ve ana dolu Anadolu'nun bağrında, kendilerini kaybolmuş hisseden çok insan var. Ne kuzu, ne de koyunlar, sadece adalete çok ihtiyaçları var. Ama adalet, nalıncı keseri gibi, hep aynı tarafı zorluyor.

Aslında devletin bütün görevleri adaletle ilgili. Temel görevi, toplanan vergileri adil harcamak. İkincisi, güvenliği sağlarken, adil olmak, yani gerçek suçlu ile şüpheliyi ayırt etmek ve masumiyet karinesi. Üçüncüsü, yasalar çıkarırken, bu yasaların toplumun geniş kesimlerinden alınan mutabakatla yapılması ve bırakın azınlıkları, her tekil bireyin devlete karşı haklarının güvencede olması. Dördüncüsü, ki bizim adaletten daha çok anladığımız bu, vatandaşların kendi aralarındaki anlaşmazlıklarda, taraf tutmadan çözümler üretmek.

Bugün, bunların hiç biri yok. Bedelini vergilerimizle ödüyoruz, ama Cumhurbaşkanlığının kaç danışmanı olduğunu ve bunların ne kadar maaş aldığını sorgulayamıyoruz. Çünkü Sayıştay'ı pazisifize ettiler. Sadece Cumhurbaşkanlığı da değil, vergilerimizin yasalara uygun ve adil harcanıp harcanmadığını kontrol etme görevi olan bu yüksek yargı kurumunu neredeyse unutturmaya çalışıyorlar. Sayıştay raporları olmayınca, TBMM de asıl görevlerinden olan bütçe denetimini yapamıyor. Yani vergilerimizin adil harcanıp harcanmadığını öğrenemiyoruz.

İkinci konuda, masumiyet karinesi kavramı yok ediliyor. Masumiyet karinesine göre, iddia makamı suçu ispatlayana, mahkeme hüküm verene kadar, sanık suçsuzdur. Şimdi iddia yeterli, ispat filan hak getire. Kim muhalifse, gazetelerdeki köşelerden, yüksek danışmanların telefonlarından, ya da sadece muhbir vatandaşlardan birinden gelen işaretlerle, hedef gösteriliyor. Birbirini denetlemesi gereken, savcı, hakim ve kolluk kuvveti, beraberce şüpheliyi suçlu ilan ediyor. Tutuklu yargılanma meselesi, ayrı bir zulüm, hele damatların tahliyelerinden sonra, büyük bir güvensizlik iklimi oluştu.

Tamam, FETÖ berbat. Aptal olmayabilirler, ama çok saflar. Bu saflardan bağımsız, darbe yapıp, kendi vatandaşlarını öldürecek, TBMM'yi hedef alabilecek kadar gözleri dönmüş üyeleri de var. Ama "kurunun yanında yaş da yanar" adalet değil. Bunları ayırt etmek zorundayız. Yönetim kadrosu, darbeciler ya da yargıyı etkilemek için senaryolar yazıp, masum insanlara zulmedenler ceza görsünler. Ama adaletten bahsediyorsak, diğer taraftaki saf ve masum insanlara da zulmetmemek de lazım.  FETÖ'nün bundan sonraki gelirlerini kesmek mümkünken, o insanların işlerine, ve servetlerine çökmek, hiç adil olmadığı gibi, zaten geçtiğimiz bir yılda, ekonomiyi de bu zorladı. Piyasadaki nakit dövize gitti, döviz fiyatları zıpladı, o paralar yurtdışına kaçtı.

Hele hele, başta gazeteciler olmak üzere doğrudan suçlu olmayanlarla dolaylı ilişkisi olan, ama hiç bir şekilde içlerine girmemiş insanları sindirmeye çalışmak, adaletin yüz karası. Buna kuru odunların arasına kasten karıştırılan, muhalif ve çoğu aslında solcu olan, memur ve akademisyenler de dahil.  

Üçüncü konu, aslında ikinciyle bağlantılı olsa da, daha geniş. Derin devlet HDP'yi bir koalisyon ortağı olarak istemiyor olabilir, ve bunu anlarım da. Ama halk tarafından seçilmiş belediye başkanları ve daha da önemlisi, görevleri zaten yasa yapmak olan milletvekillerini tutuklamak ne demek? Musevi, Hıristiyan, ateist ailelerin çocuklarına, sınavlarda din dersi sorusu ne demek? Ya da, FETÖ'nün AKP içindeki bağlantılarının, zekamızla alay edercesine açıklanmaması ne demek?
Yasama artık adaletten çok uzak. Ama onu denetleyecek yargı kurumları çoktan siyasileşmiş durumdalar. Yargı ve yasama arasındaki sorunların düzeltilmesi için en üst kurum olan Anayasa Mahkemesi, OHAL kararnamelerinin yetkisi dışında olduğunu söylediğinde, bitti.

Dördüncü konu, yeni anayasa referandumundan sonra daha da alenileşti. Evet FETÖ yargıyı ele geçirdi, ve sonra temizlik yapıldı. Güya Perinçek ve MHP ekipleri değerlendirilecekti. Ama bu olmadı, HSK da, yüksek yargı da iktidar partisinin tekeline girdi. Gerçekten biriyle mahkemeleşirseniz, sonucu, kimin daha yüksek bir AKP'liye ulaşabildiği belirleyecek artık. Kimin haklı olduğu yerine, kimin daha AKP'li olduğuna bakılacak.

Velhasıl, devletin adalet fonksiyonu çok yaralı. Eğer adalet kaybolursa, toplum ihkak-ı hak ahlakına geçer,ve bu çok tehlikelidir. Gerilim birikir, sosyal patlamalar olur, ve büyük bedeller ödenir.

Bu çerçevede, eğer provoke edilmezse, CHP'nin yürüyüş stratejisi çok doğru bir adım. Hem CHP, hem de toplum açısından. CHP, hem mazlum, hem de mazlumların savunucusu pozisyonuna geçiyor. Halkımız vicdanlıdır, adalet de istiyor, ve CHP bu duyguyu yakalamaya çalışıyor.
Ama esas kazanım, biriken gerilimin, bu stratejiyle yumuşaması olacaktır. Bu yürüyüş, halktaki yaralanmış ve berelenmiş adalet duygusunu güçlendirecek, şifalandıracaktır. "Haklar aranıyor" duygusu, muhalefetin, ülkeye en büyük muhtemel katkısıdır, ve bu yürüyüş bunu sağlayacaktır.
Adında adalet olan AKP, kamu vicdanını rahatlatmak için adımlar atmalıdır. Yoksa, gerçekten geç kalacak. Varoluşu bu aşamadaki esneklik katsayısına bağlı, ve aslında dış politikadaki sıkışma da göz önüne alınırsa, belki de sadece buna bağlı. Başta gazeteciler, akademisyenler, milletvekilleri ve belediye başkanları olmak üzere, FETÖ'yle yakından ilişkisi olmayan herkesin tutuksuz yargılanmasıyla başlanmalı. AKP içindeki FETÖ'cülerin açıklanmasıyla devam edilmeli. Ve aslında, yargı yeniden evrensel hukuk normlarına kavuşmalı.

Yürüyen CHP'nin de, mesajı alabilirse, AKP'nin de yolu açık olsun. Rahat uyuyabilmek için adalet kadar, adalet için elimizden gelenin en iyisini yapmış olmanın vicdan rahatlığı da lazım. Vicdanların adaletinde buluşalım...