Tarkan’ın beyaz atletiyle gözlerimizin içine bakarak flörtöz bir şekilde “you are the top” deyişinden altmış yıl önce, bu söz Broadway’deki bir sahnede, bir müzikalin aynı adlı açılış şarkısında söyleniyordu:

You’re the top (en iyisisin)
Kolezyum’sun
Louvre Müzesi’sin
Bir Strauss senfonisinin melodisisin
Bir Shakespeare sonesisin
Mickey Mouse’sun
Pisa Kulesi’sin
Mona Lisa’nın gülüşüsün

Hitap edilen kişiyi İspanya’da bir yaz gecesinin mor ışığına, Fransız peynirine veya Waldorf salatasına benzeterek devam eden şarkının bu gülümseten ve alışılmadık sözleri ile şen şakrak müziği, Cole Porter’a ait.

Amerikan müzikal tarihinin en büyük besteci ve söz yazarlarından Cole Porter, tüm dünyada caz, pop ve rock gibi farklı türlerden müzisyenlere ilham vermeye devam ediyor.

Porter, başarılı bir işadamı olan dedesi sayesinde, ayrıcalıklı olanaklar içinde dünyaya geldi. Altı yaşında keman ve piyano çalmaya başlayan sanatçı, on yaşına geldiğinde beste yapıyordu. Müziğe olan ilgisi dedesi tarafından onaylanmayan Porter’ı annesi destekliyordu. Orada okuduğu dönemde yüzlerce şarkı yazdığı Yale Üniversitesi’nden sonra, dedesini memnun etmek için Harvard’ın Hukuk bölümüne girdiyse de, ikinci yılında dedesinden gizleyerek Müzik bölümüne geçti.

Yazdığı ilk müzikal başarılı olamayınca gittiği Paris’in sosyal yaşantısında boy gösteriyor, Pablo Picasso, F. Scott Fitzgerald ve Ernest Hemingway gibi kişilerle partilere katılıyordu. O dönemde tanıştığı Linda Lee Thomas ile evlendi.

Porter’ı Kevin Kline’ın canlandırdığı 2004 yapımı “De-Lovely” (Cole Porter’ın Aşkı) filminde de görüldüğü gibi, eğlenmeyi seven sanatçının “başına buyruk” diyebileceğimiz bir kişisel yaşamı vardı. Dostluk zeminine oturan ve ona daima güç veren evliliği de, pek geleneksel sayılmazdı.

Eşinin ve ailesinin maddi olarak destek verdiği Porter’ın gelirinin müziğe dayanmaması, belki de ona şarkılarını kendini kısıtlamadan, cesurca yazma özgürlüğünü verdi. “Love for Sale” (Satılık Aşk) şarkısında olduğu gibi, özellikle o dönem için tabu sayılan konulara değinmekten ya da “de-lovely” gibi kelimeler uydurmaktan çekinmedi.

Sahne ve sinema için yazdığı müzikalleri giderek daha fazla başarı kazanan Porter’ın 1920’lerden ‘50’lere kadar yazdığı birçok şarkı, bugün birer klasik. “I Love Paris,” Frank Sinatra ile özdeşleşen “I’ve Got You Under My Skin” ve Marilyn Monroe’nun hafızalarımıza kazıdığı “My Heart Belongs to Daddy,” bunlardan sadece birkaçı...

“Akşam yemeğinde, iki sıkıcı kişinin arasında otururken çok çalışmışlığım vardır. Dinleme numarasını güzel yaparım. Her yerde çalışabilirim.” diyen Porter için müzik ve sözleri yazmak aynı derecede kolaydı.

Paris, Londra, Venedik ve New York gibi şehirlerde yaşayan, davetlere katılmayı ve gece hayatını seven Porter’ın müziğinde, Sinatra’nın ifadesiyle “her zaman büyük şehrin tadı vardır.”

De-Lovely filminde sanatçının şarkılarını, adeta kendisine saygı duruşunda bulunan birçok ünlü isimden dinlemek, müthiş bir ziyafet. Sheryl Crow’un filmdeki “Begin the Beguine” yorumu ise, şarkının bugüne kadar beni en fazla etkileyen versiyonu.

Geçtiğimiz aylarda televizyonda filme tekrar rastlayınca, Spotify’da bir Cole Porter çalma listesi oluşturmak istedim. Baktım ki liste 50 parçalık son halini alıncaya kadar, ince eleyip sık dokuyarak yaklaşık 75 şarkının 250 farklı yorumunu dinlemişim. Sanıyorum besteleri bu kadar çok kaydedilen az kişi vardır.

Sinatra, Ella Fitzgerald ve Billie Holiday yorumları tabii ki hiçbir zaman hayal kırıklığına uğratmıyor; listeyi hazırlarken rastladığım esas defineler, k.d. lang’in “So in Love” ve Sinéad O’Connor’ın “You Do Something to Me” kayıtları oldu.

Cole Porter’ın yaşamı ve aşkı incelik ve tutkuyla anlatan, müziği ve sözleriyle nüktedan, zekice ve sofistike olan şarkılarının yeri, benim için her zaman ayrı...