İzmir Konak Belediyesi tarafından organi edilen '14. Öykü Günleri' etkinliğinin bu yılki düzenleyicilerinden olan ve 40 yılı aşkın süredir öyküleri ve romanlarında insanı konu edindiğini belirten Yazar Hasan Özkılıç, 'Sanat, insana yol gösteren, insanın ufkunu açan, insanı anlatan bir yapı. Sanatı insandan ayıramayız. Sanatın insan olduğunu görürüz. İnsana dönüp bakıyoruz ve sanatı görüyoruz. İnsanı, sanatın aynası olarak görüyorum. Yazdıklarımda insanı odağa yerleştiriyorum. Emek ürünü olan sanat, insanı anlatır. Yalnızlık ve bunalım çağındayız. Bireyin yaşadığı topluma ve kendine yabancılaştığı böyle bir ortamda insnadan başkasını konu alamam' dedi.

Edebiyatta emeğiyle geçineni, bozulmamış olanı, masumiyetini hala yitirmeyeni kendine hep daha yakın hissettiğini belirten Yazar Hasan Özkılıç, edebiyatta dilin önemine, eserlerinin sinemaya uyarlanma öyküsünü, dilin ve edebiyatın toplumda belirleyiciliğini, popüler kültürün bireyin yanlızlığına ve yabancılaşmasına etkisini, toplumun okumama nedenlerini ve iyi romanların kötülerden ayrılarak gelecekte de varolacağına olan inancını konuştuk.

40 yılı aşkın süredir yazan biri olarak edebiyatla son derece iç içesiniz. Yazmaya olan düşkünlüğünü ve edebiyata olan sevginizi biliyoruz. Bu sevginin nasıl başladığını anlatır mısınız?

Yazmaya başlamam, Tarık Dursun K.'nın da söylediği gibi usta-çırak ilişkisiyle oldu. Bizim dönemimizde internet yoktu. Gazete, sanat dergileri, roman, hikaye gibi mecralar vardı. Kısacası kitap vardı. Okumaya başladığınızda ruhunuzda bir şeyler hissetmeye başlıyorsunuz. Okumaya başladığınızda size çok iyi geldiğini fark ediyorsunuz. Edebiyatla dünyanızın zenginleştiğini görüyorsunuz. O zaman üretebilir miyim(?) diye düşünmeye başlıyorsunuz. İlk olarak bir sayfaya dolma kalemle Ağrı Dağı ile ilgili bir şeyler yazmıştım. Bunu arkadaşlarımla paylaştığımda altını çizip, 'Bu yazıda ufak çapta bir kurgu olduğunu' söylediler. Ondan sonra yavaş yavaş daha uzun yazmaya başladım. Yazmaya başladığımda Sabahattin Ali, Sait Faik Abasıyanık, Orhan Kemal, Yaşar Kemal, 50 kuşağı yazarları olduğunu görünce deli gibi okumaya başladım. İşte ustalarım da onlar oluyor. Zaten yazmadan önce deli gibi okumanız gerekir. Tam anlamıyla kitap kurdu olunmalı. Çünkü okuduğunuz her şey sizde yeni bir pencere açılmasını sağlıyor. Okuduğunuz her şeyde insana ve hayata karşı farklı bir bakış açısı da kazanıyorsunuz. Bir tümce, sözcük, tip, karakter size yol gösterici oluyor. Dünyada gerçekten söylenmedik, söz yok. Yazdıklarıma dönüp baktığımda bir biçimde anlattığım hikaye, başka bir yerde başka bir şekilde anlatılmış ya da yaşanmış olabilir. Ama işte siz yazdıklarınızla onu kendi pencerenizden farklı biçimde anlatmaya başlıyorsunuz. Kendinizi oraya doğru yönlendiriyor ve öyle yetiştiriyorsunuz. Yazmaya başladığımda o ilk heyecanla okuduklarımın bana bıraktığı coşku ve şok etkisini görünce başka bir dünyada olduğumu anladım. O güne kadar ailem, arkadaşlarım ve çevrem vardı ama o günden sonra başka bir dünyanın daha olduğunu gördüm.

Bir yazar olarak sanatı nasıl tanımlıyorsunuz? Sizce sanatın temel belirleyicisi ya da sanatın gelişimdeki başat dinamikler nelerdir? 

Sanat, oldukça geniş bir kavram. Üzerine çok fazla söylenen ve yazılan. Sanat, insandır. Sanat insan eşitliğini konuşmaya başladığımızda, insandaki derinliği, kimliği, kişiliği, evreni, değerini ve dünyasını düşündüğümüzde sanat denen dünyaya ulaşırız. Sanat yalnızca insandan da ibaret değil. İnsan odağında ama çevre, doğa, diğer canlılardan meydana gelir. Sanata böyle baktığımızda sanatı, insana yol gösteren, insanın ufkunu açan, insanı anlatan bir yapı olarak tanımlayabiliriz. Sanatı insandan ayıramayız. Sanatın insan olduğunu görürüz. İnsana dönüp bakıyoruz ve sanatı görüyoruz. Sanatın insanın aynası olduğunu düşünmüyorum. İnsanı, sanatın aynası olarak görüyorum. İnsana baktığımızda sanatın çerçevesini çizmiş oluruz. Sanatın tanımı da, yazara göre, müzisyene göre, ressama göre farklılık gösterir. Çünkü sanatın çok geniş bir tanımı var. Ancak sonuç olarak insanın ürettiği ve harcadığı emeğiyle ortaya çıkan bir yapı. Emek ürünü olan sanat, insanı anlatır.

Genelde öykü yazıyorsunuz ama sanat alanında 'Zahit' adlı ilk romanınızla da Orhan Kemal Ödülü'nü aldınız. Roman deneyiminizden bahseder misiniz?

Aslında öyküyü uzun dönem çalışmaya başladığınızda yavaş yavaş bunu roman haline getirebilirsiniz. 30-40 sayfalık öyküler yazmaya başlamanız yavaştan roman türüne doğru gitmeye başladığınızı gösterir. Romanda en önemli değişikliğiniz öyküye göre artık çok daha şey anlatmaya başlamanız. Öykü ne kadar kısa, az, öz ve vurucuysa roman da bu durum bir derya olur. Kendinizi roman içinde ve sürekli yazarken bulursunuz. Onunda keyfi ayrı bir duygu olmakla birlikte öykü gibi bitirip yeni çalışmaya başlayamaya biliyorsunuz. Roman günlerce, aylarca hatta yıllarca sürebilir. Bir yandan yazarken, dönüp dönüp yazdıklarınızın üzerinde de göz gezdirirsiniz. Bu da çok büyük bir keyif. Zahit'ten önce birkaç tane daha roman denemem oldu. Onlar geri planda kaldı ve Zahit ön plana çıktı.

Daha önce öyküleriniz senaryolaştırılıp, 'Vicdan' filmi çekildi. Sonrasında da Zahit adlı ilk romanınız 'Gece' ismiyle sinemaya uyarlandı. Eserlerinizin sinemacıların dikkatini çekmesi süreci nasıl işledi? Önümüzdeki süreçlerde de film projeleriniz var mı?

O filmlerin ikisinde de yönetmen Erden Kıral'dı. Erden Kıral, 'Yollarda' adlı kitabımdaki 'Güzel Günler İçin' adlı öyküden çok etkileniyor ve çalıştığım yayınevine ulaşıyor. Sonrasında asistanı bana ulaşıyor ve görüşüyoruz. Görüşmemizde sinemaya uyarlamak istediğini söyleyince tabiki kabul ettim. Sonrasında da işte 'Vicdan' filmi ortaya çıktı. Erden ağabey beni aradı ve 'Güzel Günler İçin' adlı öykünün tek başına bir film için yeterli olmayacağını ve başka öykülerimden de öneride bulunmamı istedi. 'Bir Yanı Yaralı Kuş' ve 'Kelkit'in 6 Bağları' öykülerimi de önerdim. Sonra çalışmaya başladı. Bunlardan sonra da öyküleri yazdığım mekanlarını gezdik. Öyküler, Turgutlu'daki tuğla fabrikalarında çalışan işçileri anlatıyordu. Oralar gezildi ve film için mekan belirlendi. Sonrasında da bütün her şey halledilerek, 'Vicdan' ortaya çıktı. Zaten ondan öncesinde de 'Adı Kargalarda Saklı' öykümü Özcan Alper kısa film olarak çekmişti. Öykülerimin sinemaya uyarlanmasının temelinde kısa film var. Ondan sonra uzun metrajlı filmler çekildi. Vicdan filminden sonra Erden ağabey yazdığım her şeyi göndermemi istedi. Zahit'i çıkarınca, onu da hemen okumuş ve sonrasında sinemaya uyarlamak istediğini söyledi. O da 'Gece' adıyla sinemaya uyarlandı. Filmlerin ikisi de tamamen İzmir'de çekildi. Başka bir mekan kullanılmadı. Tabi, bundan sonra da yeni filmler olacak. Erden ağabeyinde yazdığım öykülerden çekmek istediği filmlerin yanı sıra bir arkadaşımla bir senaryo üzerinde çalışıyoruz. Bunun da yakın zamanda bitecek. Bakalım önümüzdeki süreçte her şeyin daha da netleşeceğini söyleyebilirim.

'Sonunda herkes yalnız' sözüyle günümüzdeki insanın durumunu mu özetlemeye çalıştınız?

Toplumda gelişen teknoloji, modernizm, önceden var olan birlikte dayanışma içindeki toplumsal hayatın çözülmesi ve bireyin yalnızlaşması sonucu yalnızlığın çok daha fazla artması ve bireyin her şeye yabancılaştığını da söyleyebiliriz. Yalnızlık ve bunalım çağındayız. Gerçekten bireyin çıkışsızlığının, doğanın tüketilmişliğinin, savaşların yoğunlaşmasının, insanın tükenmesinin, ilişkilerin kopuşunun, internete ve teknolojiye bağımlılığın artışının, vb. olaylarla çağımızda insanın toplumsal yapılar içinden kabuğuna çekilerek yalnızlaşmaya başladığını düşünüyorum. Ancak sonunda herkes yalnız sadece bu değil. Bir de hayatın getirdiği insanoğlunun ilişkileri, aile ve çevresel şartların etkisiyle de insanın yalnız kalmasına değinmeye çalıştım. Ancak burada asıl olan bireyin yalnızlığı ve bireyin bunalımı.

Edebiyatınızda 'insanlığı sorun edindiğinizi' sürekli olarak dile getiriyorsunuz. Bu sözle asıl anlamak istediğiniz nedir? Neler söyleyeceksiniz?

Kim ne derse desin, bütün sanatların insanlığı sorun edindiğini düşünüyorum. En bireyci, bireyi odağına alanı ya da sadece bir kişiyi anlatanında bile o kişinin çevresindekilerle ilişkisi var. Orada da insan sorunu var. Yazdıklarımda da çoğunlukla insanı odağa koyuyorum. Çünkü yaşanılan hayatlardan mutlu değilim. Dünyadan mutlu değilim. Çünkü dünya çok karamsarlığa sevk ediyor. Bunu yaşanılan savaşlara, ölümlere ya da sorunlara baktığımızda da görebiliyoruz. Ölümle yatıp, ölümle kalkıyoruz. Böyle bir ortamda yazdıklarımın insanın dışında kalması ya da insanı dışlaması diye bir şey asla olamaz. O nedenle yazdıklarımın temelinde insan var ve insan olacak.

'Dil edebiyatı, edebiyatta dili kurtarır' sözüyle ne kadar haklı olduğunuzu, geçişte yaşanılan ve etkilerini hala yaşadığımız olaylarda gözlemliyoruz. Dil konusunda bu ülkede ciddi sorunlar oldu ve hala da sürüyor. Dilin ne kadar önemli olduğuna işaret eden biri olarak, konuyla ilgili neler söyleyeceksiniz?

Edebiyat ile iç içe olursak insanı kurtarabiliriz. Edebiyat son derece önemli çünkü yeni dünyaları açıyor. Öncelikle gerçek olan ve en büyük sorunumuz, dilimizin kötü bir şekilde yabancılaşması. Dilimiz ciddi olarak İngilizce hegemonyası altına girdi. Bireyin çok yalnızlaşıp, bulunduğu topluma yabancılaşmasıyla da içine kapandı. Bu da bireyin çok az sözcük ile konuşmasına neden oluyor. Toplum olarak çok az sözcükle konuşuyoruz. Derya gibi bir dilimiz var ama çok az sözcük kullanıyoruz. İnsanlar ne kadar az sözcük kullanırsa birbirini az anlar. Bu da iletişimsizliği doğurur. Dilin kurtaracağını söylerken bu noktadan bakıyorum. Bir de dili yasaklar, ötekileştirir ya da yok sayıp, kendi dilini konuşmasına izin vermezseniz, onu yaşatmazsanız daha büyük sorunlara yok açarsınız ki bunları da yaşadık ve hala yaşıyoruz. O anlamda dil çok önemli. Edebiyatın asıl aracı dil olduğu için edebiyatta dil ile oluşur. Zengin bir dil, zengin bir edebiyatın temelinde yer alır. Birbirini etkiler ve geliştirir. Zengin bir edebiyata sahip olan toplumlara baktığımızda bizim yaşadığımız sorunların olmadığını ve sorunlarını çok öncesinde çözüme kavuşturduklarını görürüz. Bu nedenle dil ve edebiyatın toplumları değiştirip, dönüştürme gücü olmasından dolayı çok önemli olduğunu düşünüyorum.


Okuyucularınızı bekleyen yeni öyküleriniz ya da roman(larınız) var mı? Bu konuda neler söyleyeceksiniz?

Geçtiğimiz yıl benim açımdan çok verimli geçti. 20'ye yakın öykü yazdım. Yazarlar genelde önce bir kitabını yazıp, bitirir ve sonrasında bir başka kitabına başlar. Öykülerimi bitirdim. 2 roman çalışmam var. Ancak yazdığım Azerbaycan Bölgesi'nde geçen bir aşkı anlattığım roman daha hızlı ilerliyor. Diğerinde ise, İzmir'i anlatıyorum. Bu bir dönem romanı olduğu için onu bekletiyorum. Dönem romanı uzun zaman daha süreceğini düşünüyorum. Önümüzdeki zamanlarda hepsi daha da netleşecek.

Eserlerinizde sürekli bir İzmir vurgusu olduğunu gördüm. Yazarın yaşadığı şehirden aynı zamanda beslenir. Bu durumun, İzmir'de yaşamanız dışında da bir nedeni var mı?

Evet, genelde İzmir yer alır. Hayatım İzmir'de geçti. Ancak bunun dışındaki en önemli neden İzmir'i çok seviyor oluşum. İzmir ve memleketim olan Iğdır'dan başka bir yerde yaşayamam. Turgutlu'da da yaşadım. Ama benim için İzmir'in yeri bir başka. Başka bir yerde yaşamayı asla düşünmedim ve düşünemem.

Yazmak isteyenlere önerilerinizi alabilir miyiz?

Öncelikle, usta-çırak ilişkisi kesinlikle olmalı. Muhakkak bir ustaları olması gerekiyor. Bunun yanı sıra yazmak isteyenlerin gerçekten çok okuması gerekiyor. Sanat ve edebiyat alanının dışında eleştiri kitapları da okumaları gerekir. Bir de kalemle sürekli çalışması ve yazdıklarını görmesi gerekli. Kendine yazmak istediği alandan bir ya da birden fazla usta seçmeli ve bunları ustası olarak görmeli. Ben de yazarken böyle ustalardan etkilendim. Herkesin mutlaka etkilendiği birileri var. Özellikle Orhan Kemal'den ve Sabahattin Ali'den çok etkilendim. Edebiyatta emeğiyle geçineni, bozulmamış olanı, masumiyetini hala yitirmeyeni kendime hep daha yakın hissettim.

Okuyup sorgulayan bir toplum istenmiyor

Türkiye'de okuma kültürünün gelişmediğini bu konuda yapılan araştırmalar sonucu görüyoruz. Siz bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz? Okumama nedenlerimizi neye ya da nelere bağlıyorsunuz?

Başlı başına bir araştırma konusu olduğunu düşünüyorum. Okumamanın çok önemli nedenleri var. 12 Eylül darbesinin bu alanda milat olduğunu düşünüyorum. O günden bugüne gelindiğinde, toplumda bireyin nasıl pasifize olduğunu, sanattan ya da edebiyattan nasıl uzaklaştırıldığını görüyoruz. Cahil toplumları yönetmenin çok kolay olduğu bilindiği için bunun özellikle yapıldığını düşünüyorum. O nedenle ellerinden geldiği kadar okumamamızı istiyorlar. Okumadığımız zaman soru sormayız. Okuyan ise sorgular, nedenselleştirir ve cevap bulmaya çalışır. Ne yazık ki bu böyle. Ancak böyle gideceğini düşünmüyorum. Değişeceğine umudum var. Sanatın kimi dönemlerde geriye çekildiğini ve sonra yeniden şahlandığını biliyorum. Sanat, insan için çok önemli bir araç ve günümüzde çok fazla ticarileşti. Kitap aşırı derecede metalaştı. Popüler kitaplarla iyi edebiyatı uzaklaştırıp, kötü edebiyatı yakınlaştırmayı sürdürüyoruz. Bu konuda zaman zaman çok tartışılmıştı. Ancak sonunda her zaman iyi edebiyat yaşadı. O yaşamasaydı, Don Kişot olmazdı ki. İyi edebiyat olmasaydı şu an dünya klasiklerinin ne olduğunu bilmemizin imkanı yoktu. Bu sorunu aşmamız için mümkün mertebe okuyan ve sürekli sorgulayan bireyler olmamız gerekiyor.