Lütfü Dağtaş- Evi, Karşıyaka'nın İzmir Körfezi'ne açılan en güzel caddelerinden Çamlık Caddesi'ne çıkan sokaklardan birisindeydi. Sokaklarımız komşuydu.

Attilâ İlhan ile tanışmam

Yıl 1970'lerin başı. Lise öğrencisiyim. Kendimce şiir, deneme yazıyorum. Yazına ilgi duyan hukuk fakültesi öğrencisi mahalle arkadaşım Taner'e (Ünlü) (Taner de benim gibi ailesiyle birlikte yine Çamlık'a çıkan bir başka sokakta oturuyordu)  gösterdim bir gün çalışmalarımı.
-Attilâ İlhan'a götürsene yazdıklarını. Gençlere yol gösterir, dedi.
Attilâ İlhan adını duymuşluğum var ama o kadar. Fotoğraflarını da hiç görmüşlüğüm yok. Taner'in önerisi karşısında o an korku kaynaklı titrediğimi bugün bile iyi anımsıyorum.

O yıl liseden mezun oluyorum ama yeterli puanı alamadığım için üniversiteye giremiyorum. Bir yandan gelecek sınava hazırlanırken bir yandan da Gümrük Meydanı'na yakın caddelerden birisindeki Akgerman Han'da bürosu bulunan Av. Kemal Alev'in yanında sekreter olarak çalışıyorum. Kemal Bey, "öğle yemeği için evine gidebilirsin" dediğinden de öğleyin Konak İskelesi'nden bir vapura biniyor, Karşıyaka'ya geçiyor, yemeğimi yedikten sonra da saat 14.10'da bu kez Karşıyaka İskelesi'nden yine karşıya, işyerine yollanıyorum. Çamlık Caddesi ile oturmakta olduğumuz Aksoy Caddesi'nin kesiştiği bir başka sokak beni en kestirme yoldan Karşıyaka İskelesi'ne ulaştırıyor. Hemen her gün tam deniz kıyısına çıkacağım sokak ağzına geldiğimde karşımdan doğru orta boylu, koltuğunun altında fermuarlı siyah evrak çantası, başında yıkık şapkası, uzun paltolu, boynuna doladığı kaşkoluyla ilgimi çeken bir beyefendiyle karşı karşıya geliyorum. Dikkatimi çekmesinin nedeni giyim kuşamıyla farklı olması. Bana bir Fransızın giyim tarzı hissini veriyor. O yılların Karşıyaka'sında nüfus az olduğu için göz aşinalığı sonucu herkes birbirini tanıyor ama bu beyefendiyi çarşıda, sahilde hiç görmüşlüğüm yok. Hep bu sokağın ağzında karşılaşıyoruz ve göz göze gelmemize karşın kendisini hiç selamla(ya) mıyorum. Selamlayamadığım için de kendime ayrıca kızıyorum. Bazen de koluna girmiş çok güzel bir kadınla (*) gelirken görüyorum.

*

Taner'in yüreklendirmesiyle, rahmetli babam Nevzat Dağtaş'ın, ortaokulu bitirme hediyesi olarak satın alıp hediye ettiği Remington marka demir daktiloda özenle yazıp karton dosya içine koyduğum bir iki şiirimle deneme yazılarımı aldım bir gün, doğru Konak'taki Milli Kütüphane Caddesi'ne, Demokrat İzmir Gazetesi'ne yollandım. Taner öyle demişti, "Attilâ Ağabeyi Demokrat İzmir Gazetesi'nde bulursun" demişti.
Gazetenin kapısına geldiğimde kapı görevlisi önce içeriye telefon etti, ardından kapıyı açıp, şu basamakların tam karşısındaki kapı, diyerek beni gazetenin hayli dik merdivenine yönlendirdi. Yüreğim heyecanla çarpa çarpa çıktığım basamakların tam karşısındaki kapıyı tıklattığımda, içeriden bir erkek sesinin, "giriniz!" dediğini duydum. Kapıyı açtım. Heyecanım daha katlanmakla birlikte o an derin bir mahcubiyet duygusu da peşi sıra geldi. Aksoy'dan tam sahile çıkarken karşılaştığım, hep göz göze geldiğimiz uzun paltolu, yıkık şapkasından gözlerini zar zor görebildiğim kaşkolunu boynuna dolamış o beyefendinin karşısındaydım. Bu kez kapalı ortamda olduğu için doğal olarak üzerinde paltosu ve boynunda kaşkolu yoktu. Yıkık şapkası da kafasında olmadığından kırçıl saçlarının ensesinden taşmış biçimde hayli uzun ve dağınık olduğunu hemen ilk elde fark ettim. Gülümseyerek karşıladı, önündeki iki koltuktan birine oturmam için işaret etti. Taner, dedim, şiir, deneme yazıyorum, diye aktardım, lisede öğrenci olduğumu belirttim. "Elinizde tuttuğunuz dosyanızı verir misiniz?" dedi. Heyecanım hiç eksilmeden ama mahcubiyetim iyice artarak karton dosyayı daktilo edilmiş içindekilerle uzattım. "Ben de kalsın, önümüzdeki çarşamba günü gelip alınız", diyerek çayımı söyledi. Çay içimi sürecinde Aksoy Caddesi çıkışı karşılaşmalarımızı ikimiz de konu etmedik. Elimi sıkarak beni uğurladı.
Dediği ilk çarşamba günü uğradığımda karton dosyam masasının üzerindeydi:
-Oturunuz.
Oturdum.
-Şiir ve denemelerinizi okudum. Yanınızda para var mı?
Şaşırmaya fırsatım olmadan, "biraz var" dedim.
-Çıkar çıkmaz az ilerideki Yavuz Kitabevi'ne uğrayınız, Sait Faik'in ne kadar hikâye kitabı varsa alıp okuyunuz. Asla da şiir yazmayınız! Sizin, Sait Faik'inki gibi bir üslubunuz var. O üslubunuzu geliştirirseniz usta deneme, hatta öykü yazarı olabilirsiniz.

*

Ertesi yıl üniversite sınavında Ege Üniversitesi Gazetecilik ve HİYO'na girmeye hak kazanınca kaydımı yaptırdım. Ara tatilde de dersimize öğretmen olarak gelen gazetecilerden Yeni Asır Gazetesi Spor Servisi Şefi Şevket Özçelik'in özendirmesi ve ardı sıra staj sonrası Yeni Asır'da spor muhabiri olarak işe başladım. Yıl 1972. Kısa sürede spor muhabirliğinin bana göre olmadığını görünce, Şevket Beyden ricam üzerine sol düşüncede yayım yaptığını bildiğimiz Demokrat İzmir Gazetesi'ne adımımı attım. Burada spor değil milli eğitim, vilâyet muhabiriydim. Bu kez o dik merdivenden gazetenin çiçeği burnunda muhabiri olarak inip çıkacaktım artık. İşe başladığım ilk bir kaç gün Attilâ Ağabeyin kapısı kapalıydı, kendisini göremedim. Derken o beklediğim an geldi, istihbarat servisinin yer aldığı geniş salonun kapısından içeri girip masalar arasında dolaşmaya koyuldu ve beni gördü. Ayağa kalkarak kendisini selamladım. Elimi sıktı. Gazetede işe başladığımı duyunca hiç duraksamadan aynen şöyle dedi:
-Bak delikanlı. Haber dili, edebiyat dilini bozar. Tercih etmek durumundasın, ya gazetecilik ya edebiyat!

Ama ben üniversite eğitimini almakta olduğum gazeteciliği artık meslek olarak seçmek durumundaydım. Edebiyat dilini de elimden geldiğince yitirmemeye çalışacaktım. Yıl 1973.  Sürecek...