Lütfü Dağtaş-Nâzım'ın ölümü, çınarın dikimi
3 Haziran 1963 tarihinde Nâzım'ın gözlerini yaşama kapaması Müşküleli sosyalistler yas içinde bırakır. Nâzım'ın bir şiiri vasiyet yerinedir.

Yoldaşlar, ölürsem o günden önce yani,
-öyle gibi de görünüyor-
Anadolu'da bir köy mezarlığına gömün beni
Ve de uyarına gelirse,
Tepemde bir de çınar olursa
Taş maş da istemez hani...

Bu acılı günde Müşkülelilere düşen Nâzım'ın vasiyetini yerine getirmektir. Alınan karar sonucu ölümünün 1. yıl dönümü olan 3 Haziran 1963 günü, Bursa Adapazarı yolu üzerinde bulunan; Nâzım'ın, Şeyh Bedrettin Destanı'nda sözünü ettiği İznik Gölü'ne bakan Rıfat Talan'ın zeytinliğinin içersine, köyün yukarısındaki değirmene su veren derelerin birinden söktükleri canlı bir fidanı dikerler. Çınarın dikimi sırasında Müşkülelilerin oluşturduğu toplulukta ayrıca Ressam Balaban ile partilerinden, Mimar Emin Canpolat da yer alır.
    
İşte Müşküle Köyü böyle bir köy, Müşküle köylüleri böylesine yürekli köylülerdir. Ve dahi Fevzi Kavuk, bu köyün muhtarıdır.
Köyün delileri ihtiyar meclisi azâsı oluyor
Aslında değerli okur, benim Halil Ergün'ü alıp da doğduğu Müşküle'ye varıp röportaj yapmayı istememin bir nedeni de gazetelerde çıkmış,  2006 yılında gözüpek sosyalist Müşküleli köylüleri, muhtardan intikam alma adına ihtiyar heyetine, hepsi de akıl yönüyle sorunlu, kısacası deli, hemşehrilerini ihtiyar meclisine seçmiş olmalarıydı. Yani Türkiye'nin binlerce köyünden biri olan Müşküle'de ilginç bir şeyler oluyordu. İşte bu olup bitenden hareketle, belge ve tanıklıklara dayalı bir röportaj yapmayı hava, su, toprak denli zorunluluk duyumsamıştım.
    
Evet, Halil Ergün'ün, telefon görüşmesi sırasında Onat Ağabeye "biz kaybettik. Otuz yıldır kazandığımız Müşküle de bile..." sözcüğü, bu kitabı okuyup bitirdiğimde yüreğime bir başka acıyla kor olup düşüyor şimdi. Türkçemizin varsıllığında bunun karşılığı "umutsuzluk" mu, "yılgınlık mı?", "bizden adam olmaz" lık mı, "toplumlar, lâyık oldukları kişilerce yönetilir" mi, bilmiyorum. Bildiğim tek şey, 1950'li yıllardan başlayan Atatürk devrimlerinin yok edilme sürecinin günümüzde daha hızlandırılmış olması...
    
İşte bu uzun girişin ardından Müşküle'deyim şimdi tüm olup bitenlerin ardından.  Yaşam öyküsü kitap olmuş Fevzi Kavuk ile beraberim. Gemlik-İznik şose yolu üzerinde, Müşküle Köyü'ne tırmanan 2 km.lik yol çatalında, İznik Gölü'nün kıyısındayım.
    
-Fevzi Bey, diyorum; "tüm siyasi mücadele sürecinizi Çınarlı Köy'ün Muhtarı kitabından okuyup öğrendim. Nâzım'ın şiirinde vasiyet ettiği, onun için diktiğiniz ancak Nâzım'ın dünyasına düşman olanlarca yakılan o çınarın yerini merak ediyorum. Bana gösterir misiniz?"
    
Gölün bitişiğindeki Rıfat Talan'ın zeytinliğine doğru yürüyoruz. Zeytin ağaçlarının arasındaki kabarık bereketli toprağı işaret ediyor, "işte burası!" diyor.
    
-Kitapta da anlatılıyor ya, çınarı diktikten sonra yanına da içine bir mektup koyduğumuz şişe gömmüştük. Onu bilmedikleri için zarar veremediler! Çünkü o çınar önce kesildi, dibinden sürgün verince de bu kez yakıldı. Bir daha dikmedik. Dikseydik onlar da aynı âkıbete uğrayacaktı. Ama gördüğünüz gibi göl çevresi çınar dolu, bu çınarlara biz hep Nâzım'ın çınarları olarak bakıyoruz...
    
-O mücadeleden gelen başka kimleri bulabiliriz şimdi Müşküle'de? diye soruyorum Fevzi Kavuk'a. Kemal Tosun'un adını veriyor, "tanıştırayım sizinle", diyor.
    
İznik Gölü'nün üstü bulutlarla kaplı. Yağmur çiseliyor. Kadınlar, erkekler çiseleyen yağmurun altında ağaçlardan zeytin topluyor. İçimdeki hüzünle çınarın dikildiği yeri eşeliyorum. Biraz daha eşelesem orada içinde eski tüfeklerin Nâzım sevgisine yazdıkları, şişe içindeki mektup var, biliyorum.
    
Bereketli toprağı sevgiyle okşuyorum.
     *
    
Müşküle'nin İzmir ile ne ilgisi bulunduğu akıllara takılabilir. Nâzım Hikmet, sonraki süreçte tutuklanarak, Müşküleli İsmail Başaran ile tanıştığı Bursa Mapusanesi'ne girmeden önce, 1925 yılında, başına bir iş gelmesinden kaygılanan dostlarının, bir süreliğine İstanbul'dan uzaklaşmasının iyi olacağı uyarıları sonucu İzmir'e gelmiştir. Nâzım, tanımadığı kent olan İzmir'de siyasi çalışma yapması konusunda TKP'li arkadaşlarına danışmış, bunun üzerine kentimizde kalmıştır. Nâzım, İzmir'de yaşadığı süre içersinde; Şimendifer İşçileri Cemiyeti'nin yöneticileriyle tanışmış, bir yoldaşının yanında kalmış, yine İzmir'de yayın yapabilmek için gizli bir basımevi kurma çabası içersinde olmuştur. Fakat onun ve yoldaşlarının üzerindeki baskılar yoğun olarak sürdüğünden bu sefer yine aynı yılın Haziran ayında İstanbul'a dönmek durumunda kalmıştır.
    
Orhan Karaveli'nin, 'Tanıdığım Nâzım Hikmet' başlıklı belgesel kitabında, Şairimizin İzmir günleriyle ilgili, kısa da olsa, şu satırları okumaktayız:
'Türkiye Komünist Partisi, fazlaca ön plana çıkan şairin- herhalde adı biraz unutulsun diye- İzmir'e gitmesine karar verdi. Sözümona Nâzım, burada buluşacağı belli kişilerle gözlerden uzak bir yerde kiralayacağı kulübenin içini kazarak gizli bir 'matbaanın' kurulmasını sağlayacaktı. Aşırı hayalci gibi görünen bu 'proje' (!) uyarınca Nâzım İzmir'e gitti. 'Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim' de (Romantikler/Romantika) anlattığı gibi böyle bir 'kaban' (Fransızca 'cabane'= küçük ev, kulübe) kiralandı ama tonlarca toprağı kazıp kimseye belli etmeden dışarı çıkarmak, sonra da buraya –nasıl olacaksa- matbaa makinaları filan yerleştirmek bir yana, başıboş bir köpeğin ısırdığı şair, kuduz olma korkusuyla zor günler yaşadı. Bu garip maceranın Nâzım için olumlu yanı ise Şubat 1925'te patlak veren Şeyh Sait isyanının Türkiye'de yarattığı fırtınadan ucuz kurtulmasıdır. (...)
    
Rusya'daki en yakın dostu olduğundan kuşku duyulmayan Ekber Babayev'e göre bu şiirlerin –belki de- en çarpıcı ve coşkulu olanı, 'Güneşi İçenlerin Türküsü', şairin ölüp ölüp dirildiği İzmir'deki 'kaban'da yazılmıştır.'  
    
Nâzım'ın, İzmir'de kaldığı kısa döneme ilişkin bilgiler henüz tüm ayrıntılarıyla ortaya çıkmış değildir ama kentimizin havasını soluduğu, suyunu içtiği kesindir. Onu, düş gücümü kullanarak İzmir'in değişik mekanlarında gördüğümü varsayarım. Tilkilik'ten girer, Yasef'in Havra Sokağı'ndaki meyhanesinde iki tek atar, Kemeraltı, Kestanepazarı, Konak, oradan ver elini Kordon. Belki Karşıyaka sahilinde de görülmüştür. Görüp de kendisine içtenlikle gülümseyenlere selam olsun. O bakımdan İzmir'e de bir Nâzım çınarı yakışmaz mı?