İtalya’nın Roma kentinde Sinema Evi anlamına gelen Casa Del Cinema’da tüm aile bireyleri ve bazı yakın dostların katılımıyla sade bir cenaze törenine konuk oluyoruz. Böyle bir günde yakınlarının duydugu derin kederin yanısıra orada bulunanlarda tuhaf hüzün ve şaşkınlık hakim. Oysa merhum, Mario Monicello onlara tıpkı filmlerinde asla yansıtamayacağı bir şaka yapıyordu belkide.

Mario Monicello 95 yaşında tedavi gördüğü hastanenin 5.katından kendini boşluğa bırakarak yaşamına son vermişti. İtalya’da komedi tarzında hem yönetmen hem de senarist olarak 140’ a yakın filme imzasını atan bu yaşlı adam tıpkı babası Tomasso Monicello gibi ölümüne kendisi karar verdi. Bu alanda en tanınmış ve en yetenekli şahsiyetlerden biri olan yönetmen için yakınları yaşamaktan yorulduğunu söylediler.

Komedi filmlerinin babası olarak bilinen Monicello, hayatın içindeki karşıtlıklardan yarattığı filmlerinin aksine yalın bir gerçeğe teslimiyetini bu trajik sonla noktalamıştı. Geniş katılımlı bir cenaze töreni yerine sade bir törenle yakılmayı arzu eden bu adam belki de ünlü mizah yazarımız Aziz Nesin gibi cenaze törenlerindeki kalabalığın samimiyetini fazla önemsemedigini gösteriyordu bizlere. Aziz Nesin de kendi kurduğu vakfının bahçesinde kimsenin bilmedigi bir yere gömülmek istemisti. Yine dünyaca tanınmış sopranomuz Leyla Gencer de aynı şekilde yakılarak küllerinin İstanbul Boğazı’na savrulmasını vasiyet etmişti. Bu yok oluş sürecinin bu insanlar tarafından bu şekilde algılanması onların düşle gerçek arasında bir yerlerde yaşadıkları gerçeğini gösteriyor bir bakıma. Kimbilir belki de ruhlarının ancak bu şekilde özgür kaldığını düşünüyorlar, belki de yaşamın estetik yanlarını ararken ölümün kendisinin veya onu hatırlatacak olan nesnelerde herhangi bir güzellik bulamadıklarına inanıyorlardı.
Sanat insanlarının kendilerini yok etmeleri kadar kahramanların yok etme çabalarına da tanık oluruz bazı eserlerde. Franz Kafka’nın “Dönüşüm “adlı eserinde Samsa adlı karakterin hamam böceğine dönüşmesi ile birlikte kendini tamamen farklı bir yaşamın içinde bulması, öte yandan Dostoyevski’nin İkiz adlı eserinde ise St.Petersburgh’lu Bay Goldyadkin’in bir sabah çalıştığı yerde kendisi ile tamamen aynı olan öteki Bay Goldyadkin’le karşılaşması anlatılır. Sanatçıların bu kahramanlarla birlikte hayal güçlerini bu şekilde zorlamalarının ardında yatan gerçeği aradığınızda, bu durumun, günlük ve sıradan hayatın monotonluğu karşısında eski yaşamlarından kurtulma çabasının bir sonucu olduğunu görürsünüz. Çünkü kendi hayatlarına karşı bir tehdit olarak gördükleri eski ben’i yok etme çabasıdır bu aynı zamanda. Mario Monicello’nun kendini hastane odasından boşluğa bırakıp kendini yok etmesi gibi, bu eserlerde eski kahramandan kurtulma çabası vardır birazda.

Burada silik yaşamlarında bir mucizeyi bekleyen insanların, beklenmeyen başka bir mucize ile  karşılaştıklarında duydukları çaresizlik hissi bir insanın, ölümün karşısında duyduğu çaresizlik ve teslimiyet hissine çok benziyor. Aslında bu ruh halini Dostoyevski’nin “İnsancıklar”adlı eserinde, oldukça yaşlı bir memur olan Makar Alekseyevich’in kendisinden küçük Varvara Alekseyevna adında bir genç kıza yazdığı mektuplarda  görebiliyoruz. Bu mektuplarda aslında bir tükeniş vardır, okuyucu bu mektuplarda, onların gerçekten sıradan bir hayatın içinde, bir yokoluş sürecine doğru sürüklendiklerini iliklerine kadar hissedebilir.

Amerikalı bir yazar olan Richard Wright ‘in söylediği gibi “Bir insanın ekmeğe olan ihtiyacı kadar kendini ortaya koyma biçimi de onu öldürebilir. ”Burada Kafka’nın Samsa’yı böceğe dönüştürmesi onu yok etme çabası ise Dostoyevski’nin sıkıcı hayatından bunalan bir başka Goldyadkin yaratması da eski Goldyadkin in yaşamını yok sayma çabasıdır birazda. Gerçeğin bu denli şekil değistirmesi bir an için ürkütücü de olsa, aslında ölümü sadece hayatın son bulması olarak görmeyen sanatçı duyarlılığı ile birebir örtüşür.

Otuz yaşlarındayken evlenmek isteyen ve herkes gibi bir hayatı olmasını isteyen Tolstoy kendini o kadar çirkin buluyordu ki, bir doktorun Sofia adlı alımlı ve güzel bir kızı, kendisi ile evlenmeyi kabul edince çok şaşırmıştı. Ancak yazarın ruhsal sıkıntıları, kardeşinin ölümünün yanı sıra ölümle olan takıntısı ve bazı sağlık sorunları, karısını bezdirmişti. Yazar evliliğini bitirmek istediğinde karısı kendisini öldürmekle tehidt etti. Ve sonunda 48 yıllık evlilikleri ile ilgili olarak bir teşekkür mektubu bırakan Tolstoy, şu notu yazarak evden ayrıldı. ”Benim yaşımdaki insanların yaptıkları bir şeyi yapıyorum ve son günlerimi huzur ve sukunet içinde geçirebilmek için bu dünyadan vazgeçiyorum”

İlkbaharı karşıladığımız soğuk bir nisan günü  98 yaşındaki uzun yaşama ustası filozof bir adama bundan sonra oturacağı evin fotoğraflarını gösteriyorduk, evin olduğu bahçeyi, verandayı ve onun için düzenlediğimiz eşyalara uzun uzun baktıktan sonra şunu söylemişti. ”Artık çok geç çocuklar”. Ama söylediğine göre bir aşk mektubu yazmak için Büyük Ada’daki aşıklar tepesi diye bir yere gidecek kadar da romantik biriydi. Ama bu sözleriyle yaşamından vazgeçtiğinin ipuçlarını vermişti. Yıllardır sevdiği sanatçılardan dinlediği şarkıları çalan el radyosundan vazgeçmişti. Bu dramatik anı hatırlarken daha önce ölüm provası yaptığını söyleyecek kadar esprili biri olan bu yaşlı adam, bu yaz bizlerle olamayacağını söyleyecek kadar da gerçekçiydi.

Sanat insanlarının ortak tarafları tıpkı Mario Monicello gibi yaşamaktan yorularak yaşamlarından vazgeçerken, her zaman oldukları yerde, yaşamla-gerçek arasında bir yerde, ansızın ölümle yüzleştiklerinde o ana kadar aradıkları huzur ve sessizliğin aslında eserlerinde yarattıkları sırlarla dolu dünyada değil, ölümün kendisinde olduğunu keşfetmeleri olduğunu görüyorum. Biraz şaşkınlıkla belki de biraz kırgınlıkla ve hayal kırıklığı ile yaşamlarından vazgeçmeleri bile sanatsal bir içeriğe bürünmüş gözüküyor. Ama her ne olursa olsun hayat biraz da Lord Byron’un dediği gibi değil mi sizce de ? “Hakikat biraz tuhaftır, kurgudan da tuhaf”