Boş bir sayfa beni ürkütüyor ama bundan kurtulmak zor değil, bir şeyler yazarsam bu kabus sona erebilir. Boş bir sayfa benim için sadece hiçbir şey yazılmamış bir sayfa da  değildir,  boş bir sayfa yaşanmamış bir hayattır, hiçbir şey yazılmadığına göre hiçbir şey yaşanmamış demektir. Öyle ise yazdığım her kelime ölüme bir meydan okumadır ve yazdığım her kelime bu hayatı canlandırabimek adına bir devinimdir  ve böylece onu anlamlandırabilme çabasıdır.
Her yazıya koyacağım bir başlık  önemli bir ipucu oluştursa da her yazıda serüven ve bilinmezliklerle dolu bir evrende yalnız başıma yolculuğuma çıkıyorum. Zihnimde belli belirsiz insanlar; diyaloglar ve yaşadığım tüm olaylar, denizde sert rüzgarların eşlik ettiği  dalgaların sahile vurması gibi sürekli gelip gidiyorlar. Bana ilham verecek olan ne varsa yakalamaya çalışmak yorucu olsa da yaşamıma son derece gizemli bir şeyi yakalayabileceğim umuduyla esrarlı bir çekicilik katıyor.
Sıradan gözüken bir şeyin ya da birinin aslında göründüğü gibi olmadığın söyleyenler her zaman haklı çıktılar. Çünkü tanık olduğum en karmaşık olayların kahramanları  daima bu sıradan insanların ihtirasları ve gururları ile şekillenmiş, bazen en cesur, bazen de en korkak halleri ile karşıma çıktıkları  zaman onları her sahnede hayranlıkla izler ve gerekli olan dokunuşları yaparak olayların sanatsal yönünü de ortaya çıkarmaya çalışırım.

Her bir olayın içinde farklı bir kurgulama yaparak o sıradan gözüken hayatların içindeki trajedileri ya da zaferleri ortaya çıkarabilmek beni hiç bir zaman yalnızlık duymayacağım bir dünyaya hapsediyor ve böylece yazan bir kişi olarak kendi varlığımın dışında, sadece mutlu ve tatminkar hayatları olan insanları değil;  mutsuzluk, çaresizlik ve yoksunlukla dolu hayatları olan diğer insanların varlıklarını da duyumsayabilmenin onurunu yaşıyorum. Yalnızlık sadece fiziki anlamda yalnız olmaktan ibaret değildir, sizi kimsenin düşünmediği veya sizin başkaları tarafından dikkate alınmadığınız duygusu  daha korkunçtur.Bundan daha kötü olanı ise bu şekilde hayal kırıklığı yaşayan insanların kendilerini ortaya koymaya çalışırken kendilerini yok etmelerine kadar uzanan hüzünlü bir  öykünün  kahramanları olmalarıdır ve bu bana her zaman ilgi çekici gelmiştir.

Oscar Wilde  “Aşkın gizemi ölümün gizeminden de büyüktür. “ demişti. Aşkın sınır tanımayan, asla vazgeçmeyen ve böylece bazen de insanları gülünç duruma düşüren hali kadar abartılı  ama bir o kadar da çaresizlik içeren bir dalgalanma olabileceğini düşünüyorum. Aşk,  gerçek değerini   sıradan bir akışta değil  bütünleşmenin ya da birleşmenin ötesine geçildiğinde bulacaktır. Bunu anlatabilmek için aşk olgusunu hak ettiği üzere büyülü ve fantastik bir öykü haline getirmeye çalışıyorum. Bunu başarabilirsem, her zaman anlatılabilir ve kolaylıkla tanımlanabilir bir ilişkinin derinliklerine inebiliriz. Bu anlarda bir kadının sadece sevilmeye ve beğenilmeye olan ihtiyacını değil aynı zamanda kadınlığını yeniden keşfetmesine neden olabilecek olan bir şeyi de arıyorum.

Öte yandan bu aşkın  tarafı olan bir  erkeğin sadece beğenilen bir erkek olmanın değil, güzel ve  çekici bir kadın tarafından şiddetle arzu ediliyor olmanın gururunu nasıl okşadığını gözler önüne sererek  günlük hayatın akışı içinde kendisini önemli bulmayan biri için  aslında ne kadar değerli olabileceğini de birlikte keşfedebileceğimizi hayal ediyorum. Bir kadının sizin yüzünüzden mutlu olabilmesi ilk bakışta çok ilgi çekici olmayabilir ama bana sorarsanız  korkusuz ve güçlü  gözükmeye koşullandırılmış bir erkekten  söz ediyorsak böyle  tatminkar bir ilişkinin verdiği hazla birlikte en görkemli başarılara hazırlayacak olan süreç onu başka savaşların da kahramanı yapmaya yeter de artar bile. Ve böylece seven bir kadın, bu tutkulu  erkeğin motivasyon kaynağı oluverir aynı zamanda.

Her şeyin boş bir sayfaya aktarılması bir müzede sergilenen heykellerin canlanmaları gibi bir etki bırakıyor bende. Bu koşullarda herşeyin durağan olduğu bir andan kelimeleri doğru dizerek silik ve sıradan bir yaşamın içinde bir başka senaryoyu yaratıyorum. Aslında günlük hayatın rutini içinde herkesin ahlaki, sosyal ve ekonomik sınırların olduğu bir yörüngeye hapsolduğu bir yaşamda, ben onları yazmakla, hak ettikleri değeri veriyor, düşler dünyasına taşıyorum. Bunu ne zaman yapsam o hayaller gerçek oluyor ve ben de onların hayatlarının içine sızıyorum.

Bu yolculukta bana ilham veren bazen anılarım  içgüdülerim ve duygularım oluyor.  Geleceğin belirsizliğinden duyduğum derin kaygı  her yanımı sardığında  cesaretimi yeniden toplamama neden olan bir sevgilinin umut dolu sözleri benim en  büyük dayanağım oluyor. Bu yüzden en sıradan gözüken her şey sanki harikalar dünyasına yapılan yolculuğa dönüşüyor ama burada övgüyü hak edenin yazarın kendisi mi yoksa sevgili mi olduğunu merak ettiğim zaman, bunun bana ilham veren tutkulu bir aşkın ta kendisi olduğunu rahatlıkla  itiraf edebirim.

Belki de Goethe’ nin dediği gibi kimin kime aşık olduğunun da bir önemi yoktur. Kimin kimi sevdiğinin de…Belki de sadece sevilmek yeterlidir ama her iki durumda da bir aşkın tarafı olmak sizin siyah beyaz olan hayatınızı her zaman gökkuşağının tüm renklerinden meydana gelen başka bir dünyaya taşır.Bu esnada sıradan gözüken bir hayatın içinde yazdığım her cümlede çok ideal bir şekilde bir araya getirilmiş notalardan oluşan harika bir beste gibi, özenle seçtiğim kelimeler,  günün içinde gözümden kaçırdığım ya da hak ettiği değeri veremediğim her şeyi simgeliyor. Seslerin duyulduğu anlarda notalar bir bir akıp giderken benim için yaşadığım herşey şimdiki zamandan geçmiş zamana dönüşüyor diye kaygılanabilirdim  ama bir yazar için geçmiş asla sıradan değildir,tıpkı bir sevgilinin onun hayatında sıradan olmadığı kadar..

Öyle ise bir yazar hayatlarımızın içindeki hazineleri görmemizi,  geçmişte aslında  hatırlanmaya değer şeylerin de olduğu ve  gelecekte de olabileceği mesajlarını verebilmelidir. Sıradan gözüken hayatların içinde estetik bir zevk yaratabilen bir yazar yaşamımızın, yaşadıklarımızla değil beklentilerimizle  şekillendiğini de bilir,  ama  alınan her kararın aslında bir hata olduğunu da gözden kaçırmayarak,  hayatının akışının ne yönde olabileceğinin ipuçlarını da böylelikle vermiş olur bizlere. Çünkü yazmak, Blaise Cendrars’ın da dediği gibi, yaşamak değildir, yaşamanın dışına çıkmaktır.