Hafta içinde internette paylaşılan bir görüntü insanın kanını donduruyordu. Elinde kılıcı ile Allah-u Ekber diye tekbir getiren kendini Müslüman olarak tanımlayan kişi; kafası kesilmeden önce son kelime-i şehadetini getiren ve o da kendini Müslüman olarak tanımlayan kişiyi hırpalıyordu. Dünya tarihi hep zorbalıklara tanıklık etti. Ve bugün yine yanı başımızda büyük bir zorbalık yaşanılıyor ve dünya birçok zamanda olduğu gibi yine sessiz kalmayı tercih ediyor.

Dünya tarihinin bilinen en büyük zorbalıklarından biri 2. Dünya Savaşı sırasında yaşanılanlardır. Batı Avrupa Yahudileri, en savunmasız durumda bu zorbalığa yakalanmıştır. Yahudi cemaati ile yaşamsal bağlarından kopmuş olmaları ve diğer Avrupalıların kör, sağır ve dilsizi oynamış olması, onları kendilerine zulüm edenlerin karşısında tek başına bırakmıştı. Ortaçağda Yahudilerin içinde yaşamaya mecbur edildikleri gettolar aslında onlar için bir hapishane değil, birer kaleydi. Yahudi mahallerinin kendilerine sağladığı o güçlü birlik duygusu olmasaydı; Yahudiler o karanlık dönemlerin zulmüne imanlarını bozmadan dayanamazlardı. Orta çağın zulmü; ikinci dünya savaşında geri geldiğinde; bu eski savunmalarından yoksun olarak yakalandılar ve ezilmek zorunda kaldılar.

Zorbalığa karşı koymanın gücü; bireyin bir grubun kimliğini taşımasından doğar. Yapılan sosyolojik gözlemlerde Nazi toplama kamplarında en çok direnen kişilerin; bir siyasi partinin (Komünist parti) veya kilisenin (papaz ve rahipler) üyesi olanlarla birlikte, sıkı örgütlü ulusal bir grubun üyeleri olduğu saptanmıştır. Bireyci kişiler, milliyetleri ne olursa olsun, boyun eğmişlerdi. Buradan şunu çıkartabiliriz; kişinin zorbalıkla karşı karşıya kaldığında kişisel gücüne güvenmesi yetersizdir. Onun tek güç kaynağı kendi kendisi olmak değil; güçlü, görkemli ve yıkılmaz bir grubun parçası olmaktır. Bu açıdan bakıldığında inanç genellikle bir kimlik kazanma işlemidir ve bu işlemle kişi; kendi kendisi olmaktan vazgeçerek ölümsüz bir şeyin bir parçası olur.

Hiçbir aidiyet duygusu olmayan bir kişi için önemli olan tek şey hayatta kalmaktır. Hayat, hiçliğin sonsuzluğunda tek gerçek olan şeydir. Bir insanın nefsinden fedakarlık edebilmesi ancak; bireysel kimliğinden ve kendine özgü farklılıklarından ayrılmasıyla gerçekleşebilir. Kişi doğum ve ölüm arasına sıkışmış birey olmaktan; bir Ahmet, Hasan, bir Ayşe ya da Elif olmaktan vazgeçmelidir. Toplumsal bir kimlik içinde yeniden kendini tanımlayan kişi, kendini ve başkalarını birer birey olarak görmez. Kendisine kim olduğu sorulduğunda onun vereceği cevap kendisinin bir Müslüman, Türk, Kürt, ülkücü olduğu ya da bir ailenin ya da aşiretin üyesi olduğudur. Bağlı olduğu topluluktan ayrı bir amacı, değeri ve kaderi yoktur. Bu topluluk yaşadığı sürece onun için gerçek bir ölüm yoktur.

Kişisel farklılıklar tamamen yok edildiğinde; bazıları saçma da olsa ritüeller yardımıyla cemaate, kabileye, siyasi partiye yeni yakınlıklar kurmaya başlar. Bu kişinin mutluluğu ve mutsuzluğu, övünmesi ve güvenmesi, kendi görüş ve yeteneklerinden değil, bağlı olduğu grubun kapasitesinden ve geleceğinden doğar. Her şeyden önce, bu kişi kendini asla yalnız hissetmez. Hücrede tek başına olsa bile; bağlı olduğu grubun gözlerinin kendi üstünde olduğunu hisseder. O kişi için grubun dışına çıkarılmış olmak, hayatının yok olmasıyla eşit sayılır.

Zorbalık; insanlık tarihi ile birlikte olan ve ne kadar medeniyet gelişirse gelişsin, yaşamaya devam eden bir durum. Dünyada, bölgede, ülkede, sosyal hayatımızdaki zorbalıklara direnebilmenin tek yolu örgütlenebilmektir. Bugün için bir spor kulübünün çatısı altında bile bir olabilmek, ileride zorbalıklara direnebilmenin sosyolojik altyapısını oluşturmaktadır. Gezi olaylarında apolitize görünen taraftar gruplarının haksızlıklara karşı en büyük direnişi gösterebilmesi, Cumhuriyet'in kuruluşu sırasında ilk futbol kulüplerimizin milli mücadeleye katkıları, İzmir'de düşman askerine ilk kurşunu sıkan Hasan Tahsin'in Altay Spor Kulübü kurucuları içerisinde yer alması; bu psikosoyal zeminden güç bulmuyor muydu?