Bütün eğitim hayatım boyunca Atatürk'ün hedef gösterdiği çağdaşlık ve ilericiliği benimseyen eğitim sisteminin bir bireyi oldum. Bugünlerde hükümet bu eğitim sistemini köklü bir sekilde değiştirebilmek için büyük bir gayret gösteriyor. Bunun tartışmasını, getirdiklerini ve götüreceklerini elbette eğitim alanında uzman kişiler yapacaktır. Kendi eğitim sistemimden en büyük kazançlarımdan birinin cinsiyetsiz dostluk ilişkileri kurabilmek olduğunu düşünüyorum. Cinsiyet ayrımı yapmadan dost olabildiğim kız arkadaşlarımla bir kız ile erkeğin nasıl kardeş olabileceklerini çok defa yaşadık. Onlarla farklı cinsiyet olduğumuzu unutarak yaptığımız sohbetlerimiz, dertleşmelerimiz bana kadın dünyası ile ilgili çok şeyler öğretti. İnsan davranış ve duygularını anlamaya gayret eden kendi mesleğim psikiyatri uygulamalarında da bu avantajı birçok defa hastalarımı daha iyi anlayabilme fırsatı bularak avantaja çevirdim. Eğitim sisteminde yeni hedefin kadın ve erkeği tamamen uzaklaştıran ve farklılaştıran bir anlayış olduğunu sezinliyorum. Oysa kadın erkek bir insan olarak o kadar birbirlerine benziyorlar ki. Onları ayırabilmenin imkansız olduğunu ve her ikisinin de birbirinin fiziksel ve duygusal varlığına olan ihtiyacını, gün gelecek bizi yönetenler de anlayacak. O zaman belki de bir kuşak, empatiden uzak; eşini, kız kardeşini ve kız evladını anlamaktan uzak ve çaresiz bir kuşak olarak yetişmiş olacak.

Bu haftanın önemli milli eğitim kararlarından biri zorunlu Osmanlıca dersleriydi. Birçok yazarın bu konuda gerilim yaratan yazılarını okuyacağınızı tahmin ediyorum. Bu nedenle ben Osmanlıca denince aklıma gelen biraz da beni gülümseten bir anımı sizlerle paylaşmak isterim. 1999 ya da 2000 yılıydı. Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri kliniğinin kütüphanesi yeni yerine taşınıyordu. Kitapları taşıma ve raflara yeniden yerleştirme görevi de o dönemde orada görevli asistan doktorlara verilmişti. Genç, kanı kaynayan doktorlar olarak hasta sorumluluğundan da kurtulmuşken sürekli şakalar, espriler yaparak bu görevi yerine getiriyorduk. Birden bugün bile hala enerjisini koruyabilen, dönemin en şakacı arkadaşlarından Özgür büyük bir kahkaha attı. Elinde kalın eski bir kitap tutuyor ve burayı okumalısınız derken hala gülüyordu. Elinde çok eski bir kitap vardı ve bilimsel merakı ve muzipliği ile bu kitapta eşcinsellik bölümünü bulmustu Özgür. Gösterdiği satır ise inanılmazdı. Eşcinselliği anlatan bölümde aynen şöyle yazıyordu: Bu puştlar soysuzdurlar. 'Koca kütüphanede bu satırı bulmasını takdir etmekle birlikte yazılanı da anlamak gerekliydi. Bu sizin de belki ilk aklınıza gelen gibi eşcinselliğe karşı o günün anlayışı ve hakaret miydi yoksa başka bir şey mi? Farsçada puşt, anal yolla eşcinsel ilişkiye giren kişi demekti. Soysuzluk ise genetik kökenli olmadığını işaret ediyordu. Aslında söylenmek istenen sadece eşcinselliğin genetik bir aktarımının olmamasıydı.

İyi Osmanlıca bilen, bu alanda uzman kişilere ihtiyacımız olduğu muhakkak. Ama yaklaşık 90 yıldır yüzünü ileriye ve batıya dönmüş bir eğitim sisteminde her öğrenciye zorunlu Osmanlıca dersi ne kazandırır, ben fazla umutlu degilim. Bir psikiyatri doktoru olarak da en büyük endişem, bir kuşak önyargılar kutuplaşmalar ve dogmalarla büyüyecek. Olan da kızkardeşlerimize, kız evlatlarımıza olacak.