Bir ülkede sanata imza atmış, gönüllerde, belleklerde yer yapmış  isim neden sessiz sedasız veda eder yaşamına? Giderek hoyratlaşan kültürde, "sessiz sedasız aramızdan ayrıldı" başlığı ile boğazımıza düğüm oldu usta sanatçı Gülriz Sururi'nin yaşama vedası... Benim çocuk belleğimde yer eden güzel ve yetenekli kadının tiyatro sahnesindeki zarafetiydi. Giderken verdiği mesaj da zarif, tam da onun yetiştiği kültüre uygundu. Cami avlusunu dolduran kalabalığın dünyevi kıkırtıları, dedikoduları, uzun süre görüşmeyenlerin sahte sevinçleri, görüşelim yalanları, hatta siyaset üzerine konuşmalar.... hepimizin malumu!... "En azından cenaze sahibinin acısına saygı..." dediğim çok olmuştur; cami avlusundan ayrıldıktan sonra kızgınlıkla.
Bizde ışığı sonsuz olan sanatçımızın yattığı yerde huzuru sonsuz olsun...
Büyük sanatçı; zarif vedası ile sanki bize, teslim olmayın; "alternatifiniz var" der gibiydi... Her koşulda kendi alternatifinizi yaratabilirsiniz... Size dayatılanı kabullenmek zorunda değilsiniz!... Diren, reddet, kendi inisiyatifini kullan!... Özünü koru!... Hiçbir şeyin seni kendin olmaktan çıkarmasına izin verme!... Özne ol!...
İnsan özne olmaktan çıktıkça, güvence de ortadan kalkıyor. Yaşam alanlarımızda şiddetin kol gezdiği, bir biçimde karşımıza çıkarak bizleri bezdirdiği, bağırgan, ayrıştırıcı ve baskıcı bir ortamın yol açtığı bozulma, sadece birlikteliğimizi dinamitlemiyor; kültürü de dönüştürüyor ve bu  dönüşüm çok sancılı oluyor.
Yeni yılın daha ilk günlerine vurdu damgasını şiddet; pırıl pırıl genç bir akademisyen kadınımızın hunharca bir cinayetle aramızdan ayrılmasına yandık... Hukuk Fakültesi Asistanı Ceren Damar; sadece görevini düzgün yaptığı için, kopya çeken caninin kurbanı oldu. Üniversiteye hem silah, hem bıçakla girebilmesinden tutun; kopya çekerek hukuk mezunu olmaya kalkışan bir caninin öğrenci yapıldığı sistemi sorgulamadan olayın üstü örtülürse,  daha çok canımız yanacak demektir.  Adı "üniversite" olan ama düşünsel özgürlükten alanı giderek daraltılarak içi boşaltılan "yüksek eğitim" üzerine ciddiyetle eğilmeliyiz. Suskunluk sarmalına itilen bu kurumlarda, akademisyenlerin düşünce alanında giderek yok edilen özgürlük; silah, bıçak olup cani kılığında girebiliyor kurumlara.  Şiddet yaşam alanlarımızda kol geziyor. Ve hemen her kurumda çıkıyor artık karşımıza.   
       
Yeni yıl dileklerimiz iyiliklerle başlayıp, kaygılarla noktalandı ve "zor bir yıl olacak" önermesi döküldü hemen herkesten. Özellikle Mart sonrasında çok zor günlerin Türkiye'yi beklediği algısı çok yaygın. Genel bir kaygı hali var. Dillerde, "daha iyiye gitmeyeceğiz" karamsarlığı!... "Nasılsınız" sorusuna "bu koşullarda nasıl olabiliriz ki?" yanıtını veriyor çoğumuz. Yılın ilk günlerine düşen istatistiklerle, ülkeyi terk edenlerin sayısındaki artış ile  ülkedeki mal varlığını yurt dışına taşıyan varlıklı kesitin ülkeyi terk hazırlıkları, zaten iyi olmayan moralleri iyice bozdu. Bozuk giden ekonomi ile panik durumunda olanlara yenileri ekleniyor günbegün... "Zenginler kaçıyor, geride kalanlara yoksulluğu paylaşmak kalıyor..." algısı derinleşiyor. Kaçanlara öfke yok; hatta hak verenler çoğunlukta. Kalıp mücadele etmeleri elbette tercih edilir(di)!.. deseler de!..
Hukuk zemininin boşaltılması, baskı hissinin artması, ben her istediğimi yaparım anlayışının örneklerinin çoğaltılması, yaklaşan yerel seçimlerde adil olmayan koşullarda başlatılan yarış(!),  Meclise sıkıştırılan muhalefet, iktidar olanaklarının sınırsız, denetimsiz kullanımı... Katlanan işsizlik, kronikleşen enflasyon, enflasyon gerisinde  kalan maaş ve ücretler, orantısız artan vergiler, pahalanan yaşamın tetiklediği geçim kaygısı yurttaşı bunaltmış durumda. Kemer sıkıldığında daralma hissedersiniz ya; toplumun büyük kesiti bu durumda!.. Yozlaşan kültürle yüzleştiğimiz olayların çoğalması,  moralleri çökerten diğer bir etken.
        
"Alternatifiniz yok!.."  mesajı, neo-liberal sistemin ilerleyişinin katalizörü... "Bu gidişe karşı ne yapılabilir ki?!" edilgenliğinin sürekli pompalandığı bir ortamda gidiyoruz yerel seçimlere... Alternatif her zaman vardır. İçine itildiğimiz edilgenlik tünelinin içinde bile.
        
İktidar avantajı, Türkiye'de hiçbir dönemde, anayasaya rağmen kullanılmış değildi. Mevcut anayasa işlemez haldeyken, bu koşullarda yeni anayasa yapmaktan söz edenleri hayretle izliyorum.
Evet, bir yerden başlamalı ama o yer, yeni bir anayasa tartışması başlatmak değil; başta Meclis Başkanı olmak üzere herkesi anayasa içine çekmektir. Meclis Başkanı, aday gösterildiği partinin desteğini almak istiyorsa, bunu Meclis koltuğunu boşaltarak yapmalı, yani istifa etmelidir.
        
Farkında olmayanlar için söyleyelim; ülkenin anayasa (hukuk) çizgisi içine çekilmesi, İstanbul'a kimin başkanlık edeceğinden çok daha yaşamsaldır.
Yarışı kimin kazandığı değil, yarışın nasıl kazanıldığıdır önemli olan.
Sandığın kurulması değil, sandık ve çevresinin adil olmasıdır.
Yurttaşın sandığa ilişkin hiçbir kuşkusunun olmamasıdır.
Adalet, sokakta ve yürüyüşle varılacak bir yer değildir. Onun yeri, siyasetin elinin uzanamayacağı kadar uzak bir mesafede olmalı... Siyasetin eline, ayağına, diline düşmüşse, adı "adalet" olmaz!.. Seçim süreci yazılarımıza bu  önemli uyarı ile başlamış olalım; yeterince yıpranan adalet duygumuzu hırpalayan olgulara bu yıl tanıklık etmemeyi dileyerek!..