Bir önceki yazımda, kültür-sanat alanında bir bilgilendirme programı çerçevesinde Kasım’ın iki haftasını Berlin ve Amsterdam’da geçirdiğimi belirtmiş ve Berlin’de kültür-sanata dair gördüklerime değinmiştim. Bu yazımda ise Amsterdam’dan bahsedeceğim.

Berlin gibi Amsterdam da, Avrupa’nın en “çeşitli” nüfuslarından birine sahip. Yaklaşık 850 bin nüfuslu başkentte, 180 ülkeden insan yaşıyor. Şehre en fazla göçmen, eski Hollanda sömürgesi Surinam’dan, Türkiye ve Fas’tan gelmiş.  Önümüzdeki on yıl içinde şehir nüfusunun yarısının yabancı kökenli kimselerden oluşacağı öngörülüyor. Bu çeşitlilik, kültürel zenginliği arttırıyor.  

Amsterdam’daki tek serbest günümde ilk iş olarak müzeler bölgesine (Museumplein) gidiyorum. Hava soğuk, güneş parlıyor. Arka planında Rijks Museum’un ihtişamlı binası bulunan 2 metre yüksekliğinde ve 23,5 metre genişliğindeki “I amsterdam” harflerinin içinden, üstünden, her tarafından insan fışkırıyor. Şehrin karakterini insanların oluşturduğunu vurgulayan bu sloganla fotoğraf çektirmek için yarışan cıvıl cıvıl bir kalabalık var.

Sokak müzisyenlerinin cazı eşliğinde, vızır vızır geçen bisikletlilerin arasından - şehirde kişi sayısından fazla bisiklet olduğu tahmin ediliyor - Van Gogh Müzesi’ne yöneliyorum.

Van Gogh’un hüznü ve popülaritesi

Yılın her günü açık olan, geçen sene 2,3 milyon ziyaretçi çeken popüler müzenin önce girişinde, sonra da vestiyer kuyruğunda bekledikten sonra, süreli sergilerle tura başlıyorum. “Van Gogh Dreams” (Van Gogh Rüyaları) başlıklı enstalasyon, sesli/ yazılı anlatımlar ve görsel öğelerle, izleyiciyi sanatçının yaşamındaki en önemli zamanlardan birine, Paris’ten güney Fransa’daki Arles’a gittiği döneme götürüyor. Camdan ayçiçekleri, at arabası sesleri, sanatçının sözleri gibi unsurlarla, tüyleri diken diken eden bir atmosfer yaratılmış. Van Gogh’un herhangi bir eserinin bulunmadığı bu kısım, izleyiciyi sanatçının zihnine ve kalbine taşıyan bir tünel gibi.

Diğer süreli serginin adı ise, “Gauguin and Laval in Martinique” (Gauguin ve Laval Martinik’te). Hollandalı Van Gogh’un arkadaşları olan Fransız sanatçılar Gauguin ile Laval, daha basit ve özgür bir yaşam arayışıyla 1887’de Paris’ten Karayip adası Martinik’e gitmişler. Bu egzotik adada geçirdikleri süre, iki arkadaşın sanatsal ve kişisel gelişimlerini derinden etkilemiş. Vincent ile sanat simsarı kardeşi Theo van Gogh, Gauguin’in bu dönem çalışmalarını ilk takdir edenler, hatta satın alanlar olmuş. Sıra geliyor kalıcı sergilere...

Bir sanatçının dünyasını ve sanatını bu kadar etraflıca ve derinlikli ele alan bir müzeye daha önce gitmedim. Zemin katta Van Gogh’un otoportreleri ve yaşamının zaman çizelgesi yer alıyor. Sanatçının çok sayıda otoportre çalışmasının nedeni, model tutma masrafından tasarruf etmek istemesiymiş.

Birinci katta, “Köylü Yaşantısının Ressamı” başlıklı bölümde, köy konusunu seçen başka ressamların eserleriyle birlikte Van Gogh’un meşhur Patates Yiyenler’i sergileniyor. Ressama göre köy yaşantısı kent hayatından çok daha iyiydi. Köylüler ve tarla işçileri doğaya yakındı; ekim ve hasat, yaşam ve ölüm döngüsüyle bağlantılıydı. Aynı katta, sanatçının Japon sanatına ilgisine odaklanan “Japonya’yı Düşlemek” bölümünün yanı sıra “Paris’te Modern Sanat” ve “Sanatçı Arkadaşlar” gibi başlıklarda sekiz bölüm yer alıyor.

Yine sekiz tematik kısımdan oluşan ikinci katta, sanatçının mektupları, ailesi, aile eşyaları, sanatsal etkileşimleri, arkadaşları, çalışma yöntemleri gibi konular ele alınıyor. Resim yapmaya 27’sinde başlayan Vincent, bu konuda eğitim almamış. Bir süre sanat simsarlığı yapması ona göz terbiyesi kazandırmış. Çok titiz ve çalışkan olduğu anlaşılan sanatçı, kompozisyonları için şablon kullanırmış.

En üst kattaki üç bölümde ise akıl hastanesinde kaldığı dönemde ürettikleri, doğayı konu alan eserleri ve ondan ilham alan sanatçıların yapıtları sunuluyor.

Bu incelikli müzecilik anlayışının sebebi, belki de müzeyi kuran kişinin Vincent van Gogh’un çok yakını olması. Sanatçının ölümünden altı ay sonra yaşamını yitiren kardeşi ve sponsoru Theo’nun eşi, Vincent’ın eserlerini tanıtmayı misyon edinmiş. Kimini satmış, kimini sergilere vermiş. Bayrağı devralan Theo’nun oğlu Vincent Willem’ın öncülüğünde de, 1973’te bu müze açılmış.

Beni küçüklüğümden beri etkileyen ressamın hayatı ve eserlerine bu kadar yakından bakmış olmak başımı döndürüyor. Ayrılmadan önce, müzenin park manzaralı kafesinde bir mola veriyorum. Van Gogh’un ayçiçekleri, tarlaları, köylüleri, Paris’i, denizi, yıldızları zihnimde resmi geçit yapıyor. Bilindiği kadarıyla intiharla sona eren, bir kısmı akıl hastanesinde geçen, tek tablo satabildiği, resme adanmış yaşamını düşünmek beni hüzünlendiriyor. Her yıl milyonlarca insanın, eserlerini görmek için buraya akın ettiğini görse acaba neler hissederdi diye düşünmeden edemiyorum.

Kent müzesinin “konserve açacakları”

Molanın ardından, Van Gogh Müzesi’nin yanı başındaki Stedelijk Müzesi’ne (kent müzesi) geçiyorum. Çağdaş sanat eserlerine yer veren bu müze, 1874’te kurulmuş. Müzenin zengin koleksiyonundan eserler, dinamik ve modern bir sergileme anlayışıyla sunuluyor. Müzede, Mondrian, Picasso, Chagall’ların yanı sıra Yves Klein, Damien Hirst, Jeff Koons gibi çağdaşların eserlerini görebilir, ücretsiz kulaklıklı sistemden bilgi edinebilirsiniz.

Müzenin on yıldır sürdürdüğü “Blikopeners” (konserve açacakları) adlı uygulama kapsamında, 150 Amsterdamlı genç, müzenin programları ve sergileri konusunda kendi perspektiflerini ve fikirlerini sunuyorlarmış. Kulaklıktan, bazı eserler hakkında onların görüşlerini de dinlemek ufuk açıcı. Bunun, gençleri ve sanatla fazla ilişkisi olmayan kimseleri müzeye yaklaştırmak için de iyi bir fikir olduğu kanısındayım.

Bir başka gün, bu kez program dahilinde, yine Museumplein’de bulunan Rijks Müzesi’ne (ulusal müze) gidiyoruz. Müze, 1885’te Lahey’den Amsterdam’a taşınmış. Buradaki en popüler eser, Rembrandt’ın “Gece Devriyesi” tablosu. Sanatçının güçlü ışık ifadesi ve dönemindeki emsallerinden farklı olarak insanları poz vermiş biçimde değil de hareket halinde betimlemesi, bu eseri özel kılan başlıca unsurlar. Müzenin 1100 yılından 2000’e kadar kronolojik olarak bölünmüş katlarında, Hollanda Altın Çağı’ndan (1585-1702) başka önemli eserler de sergileniyor.

Güncel sanatın yıldız isimlerinin yapıtlarına ev sahipliği yapan Moco Müzesi ve dünyanın en iyi orkestralarından Concertgebouw’un salonu da Museumplein’da bulunuyor. Bu iki durak ve yılda 9.000 konser ve tiyatronun sahnelendiği, 44 müze bulunan şehirdeki birçok başka nokta, sonraki bir sefer için notlarımda kalıyor.

Fonda Rijks Müzesi ile “I amsterdam” harflerinin önünde fotoğraf çektirmek ise artık mümkün değil. Slogan, kitle turizmini teşvik ettiği gerekçesiyle, müzenin önündeki 12 yıllık yerinden bu hafta kaldırıldı. Şimdi, 2018’de 20 milyon turist çekmiş olması öngörülen Amsterdam’ın daha az bilinen mahallelerini gezecek.