Geçen hafta içinde medya dünyamızda en çok yer alan haberlerden biriydi. ABD, Atatürk Orman Çiftliği arazisinden 37 dönümlük bölümü Büyükelçilik binası yapmak üzere satın almıştı. Resmi makamlar bu konuda açıklama yapmaktan nedense kaçınmaktaydılar. Oysa bu gelişmenin saklanacak tarafı yoktu, mutlaka "Atı alan Üsküdar'ı geçmiş" olmalıydı.

Aslında zincir, o menhus ve faşist 12 Eylül darbesinde yaşanan felaket ve ertesindeki evrensel hukukun hiçe sayılmasıyla kırılmış olmalıydı. Yaşayanlar bilirler, o günlerde ülkenin içine düşürüldüğü kaos ve terör ortamı sonunda insanlarımız, kötülerin arasında en iyisini bulduğuna inandırılmıştı. Yaşanan hukuksuzluklardan bence en önemlisi yüce Atatürk'ün aziz anısı "Vasiyetnamesinin" son derece keyfi bir kararla yok sayılmasıdır.

Bence bir ölüye yapılabilecek en büyük saygısızlık, yeterli bir yasal neden bulunmuyorken vasiyetnamesine aykırı hareket edebilme olmalıdır. Vasiyetname, sağlığı yerinde iken ölümünün ardından yapılmasını istediklerini dile getiren hukuki bir belgedir. Ne denli acıdır ki bir mahkeme kararı olmaksızın Atamızın vasiyetnamesi, 5 kişilik Milli Güvenlik Konseyi tarafından bir oldu bitti ile 1982 Anayasası'na 134. madde olarak yerleştirilmiş özel hükümle değiştirilmiştir. Kimdir bu 5 kişiye bu aklı verenler? Nasıl bir mantıkla bu kararı alabilmişlerdir? Yakın tarihimizin en utanç verici olayı olarak andığım bu değişiklikle TDK ve TTK 'nın hukuki varlıklarına son verilmiş, "Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu" adıyla devlete bağlı, özerkliği olmayan bir kurum oluşturulmuştur.

Şimdi bunları neden anlattığımı sorabilirsiniz. Düğüm bir kez çözülünce o vasiyete ve anılara bağlı nice değişikliklere yol açılmıştır. Bence AOÇ'de yaşananlar da bu çerçeve içinde değerlendirilmelidir.

Bakınız; 1925 yılının Ankara'sında yaşamaktayız. Ankara'nın başkent olarak kabul edilmesi kolay olmamıştır. Evet, Gazi Meclis 13 Ekim 1923'te Ankara'nın başkent oluşunu kanunlaştırmıştır ama gelin görün ki yabancı ülkeler büyükelçiliklerini İstanbul'da tutmayı sürdürmüşlerdir. Emekli Büyükelçi Bilal N. Şimşir, "Ankara Ankara-Bir Başkent'in Doğuşu" adlı anıt kitabında o günlerde yaşananları çok güzel anlatmaktadır. Bir örnek vermek gerekirse Birleşik Krallık (İngiltere) Büyükelçiliğini 1926'da, ABD 1927'de Ankara'ya taşımıştır.

Ya Ankara için ülkemizdeki karşı çıkışlara ne demeli? İstanbul'daki basın Ankara ile birlikte belki de Cumhuriyete bile karşı çıkmaktadır. Yeni başkente karşı ciddi bir küçümseme ve olumsuzluk havası sürüp gitmektedir.
Ne derlerse desinler Atatürk ve onun inançlı çevresi Ankara'yı ülkenin kurtuluşunun simgesi olarak görmektedirler. Hem derler ki yüce Atatürk'ün; İstanbul ve basın çevresinin Cumhuriyete ve Ankara'ya olan bu karşı çıkışlarından bir ölçüde kırgınlığı vardır. Gerçekten Yüce Kurtarıcı 1919'da ayrıldığı İstanbul'a tekrar ancak 1927'de gitmiştir. Çeşitli yurtiçi gezilerinde boğazdan geçmiş ancak İstanbul'a ayak basmamıştır.
Onun tek amacı vardır. Ankara'da olmaz denilenleri olabilir hale dönüştürebilirse hem ülkesine hizmet edecek hem de birçok alanda topluma örnek olacaktır. İşte AOÇ'nin öyküsünü burada başlatabiliriz.

AOÇ için Ankara'nın sorunlu bir bölgesi seçilmiştir. Çiftlik arazisi içinden demiryolu geçmekle beraber bir yanda bataklıklar bir yanda ise çorak ve işe yaramaz ham topraklar bulunmaktadır. Bütün olumsuzluklara karşın 1925 yılının Mayıs ayındaki Hıdırellez günü Çiftliğin temeli atılır. Atatürk iddialıdır, ister ki Anadolu'nun bu en işe yaramaz topraklarında tarımsal bütünlüğü olan bu oluşum tüm ülke için bir örnek olsun. Neler mi yapılmaz? Bir kere ülkedeki ilk makineli tarım orada başlatılır, arıcılıktan, tavukçuluktan başlayarak küçük ve büyükbaş hayvancılık çalışmaları yapılmaktadır. Atatürk hemen her gün çiftliği ziyaret ederek traktörlere binip arazide çalışmakta, bir yandan yapılanları izlemektedir. Çalışmaları yönetmek üzere Tahsin Coşkan adlı bir tarım uzmanı görevlendirilmiştir. Burası şimdi neredeyse bir ziraat fakültesi konumuna dönüştürülmüştür. Tohum ıslahı yanında hayvancılıkta da ciddi seçkicilik çalışmaları yapılmaktadır.

Kuruluşundan bu yana 5 yıl geçmiş, 1930 yılına gelinmiştir. Ankara'da olmaz denilen birçok şey oldurulmuş, çevre ağaçlandırılarak yemyeşil bir konuma dönüştürülmüştür. Ankara halkının rahatça dinlenebilmesini sağlamak amacıyla parklar ve yüzme havuzları da yapılmıştır. Öte yandan Çiftlik içinde bira ve şarap fabrikaları yapılmış ayrıca pastörize süt tesisleri de hizmete girmiştir. Hemen ekleyeyim 1933 yılında özel bir kanunla tüm tesisler ve 2000 ha. arazi devlete bağışlanmıştır. Ancak o güne kadarki tüm giderlerin tamamının Atatürk tarafından karşılandığını belirtmeliyim.

İşte bu 1930 yılının 11 Kasımı'nda AOÇ'de Atatürk'ün bir konuğu vardır. ABD'nin Ankara Büyükelçisi Joseph C. Grew, Atatürk'le birlikte çiftliği gezmektedir. O günlere ait anılar bir sinema filmiyle ölümsüzleştirilmiştir. Meraklıların bu ziyaret filmini ve karşılıklı konuşmaları izlemelerini dilerim. Gerçekten çok ilginçtir; Atatürk ve sayın büyükelçi hemen aynı giysiler içinde, fraklıdırlar. İşin gerçeğinde Atatürk göğüs mendili ile daha da gösterişlidir. Bir başka ilginçlik daha vardır. Atatürk konuşurken yaptığı hareketleri Mr. Grew da belki aynen yinelemektedir. İnanmayanlar filmi izleyebilirler.

Ne garip ve ne acı bir gelişimdir ki o günlerde ülkemizin gelişmesini takdirle izleyen ABD büyükelçilerinin yerine aynı yerde ülkemizle dalga geçer gibi büyükelçilik binası için 37 dönüm arazi satın alıp nispet yapan yenilerini görmekteyiz.
Hoş; o güzelim AOÇ arazisi devlet kurumları ve belediyelerimizce hoyratça ve plansızca hırpalanmıştır. İçinden yollar mı geçirilmemiştir, ağaçları mı kesilmemiştir, Atatürk'le ilgili anılar mı yok edilmemiştir, parkları mı bozulmamıştır? Cumhurbaşkanlığı Külliyesini saymıyorum. Hiç sormayın, arazi şimdi de TOKİ'nin elindedir. Varın gerisini siz düşünün.
Her şey böyle geliştikten sonra ne fark eder ki, varsın ABD de elçilik binasını oraya yapıversin canım (!)
Esenlikler dilerim.
TÜRKÇE İÇİN NOT
Münbit değil MÜMBİT