Hafta sonunu geçirdiğim hastane odasında akşam 19:30 televizyon haberlerini seyrediyorum.
Adana Belediye otobüsünde kalp krizi geçiren bir yolcuyu kurtarmaya çalışan bir şoförü izliyorum. Yığılan yolcunun yanına koşuyor gördüğü kadarı ile inisiyatifi eline alıyor. Direksiyona geçip 112'yi arıyor. Durumu anlatıp yönlendirme istiyor dörtlülerini, farlarını yakarak hiçbir durakta durmadan yönlendirildiği özel hastaneye yöneliyor, yol boyu "etrafında anlayan iki kişi dışında çevresini boşaltın, hava alsın!" ikazları ile acile ulaşarak hastanın hayatını kurtarıyor.

***

Aynı haberlerde dinmez şehit haberleri, toprağa verilişleri, son zamanlarda yapıldığı gibi hayattayken varsa röportaj konuşmaları konuyor. İstisnasız polisi, askeri, Adana'daki belediye otobüsünün şoförü, ağız birliği etmişçesine "Biz görevimizi yaptık" diyorlar. Sizleri bilmem ama ben, şükürler, dualar ediyorum gözlerim yaşarıyor hatta ağlıyorum. Ne kadar uzun zamandır, çoğunluğun görevini, görev olarak algılamadığını; ancak karşısında bir çıkar olunca yaptığı gerçeğini yaşıyoruz. Dibe vurmamış olduğumuzu hissetmek mutlandırıyor beni.
Çünkü biz öyle yetiştirildik, görevlerimizi her şart altında yerine getirmek sorumluluklarımıza sahip çıkmak, hak ettiklerimizle yaşamak. Bilmem anlatabildim mi?

***

Gücüm olsa; bu pazar akşamı seyrettiğim otobüs şoförünü başbakan yapardım. Onun gönülleri ile Türkiye'nin bu gün olduğundan çok daha iyi durumda olacağını hissederek. Her şeyimizi kaybediyoruz, eskilerde bu şöyle ifade edilirdi. "Ehliyetimi kaybettim yenisini alacağımdan eskisinin hükmü yoktur" Bu kadar basit ama artık o kadar basit değil. Suriye'den binler, on binler hatta yüzbinler geliyooor. Türkiye Cumhuriyetinin bir numarası "onlar bizim kardeşlerimiz" diyor, "gelecekler... " Eğer gerçek kardeşlerim dışında kardeşlerim varsa öncelikle aynı toprak da doğup, aynı dili, ülkeyi, kaderi, sınırı, paylaştığımız insanlarımızdır. Kimse kusura bakmasın önce can, sonra canan! Üstelik uluslararası ilişkilerde...