Geçen haftadaki yazımın son bölümünde galiba evime geldiğimden söz etmiştim. Bakınız; olayları/olanları tam anlamıyla değerlendirebilme gücünde değilmişim ki, yaşadığım o sıkıntılı ortamdan kurtulabilmenin verdiği iç rahatlığı sonucunda biraz uzandığımı anımsıyorum. Uyandığımda zaman da epeyce geçmiş olmalıydı, dışarı çıktığımda ortalıkta bir gariplik olduğunu hissettim.
Meğer neler olmuş neler? Sıkıyönetim ilan edilmiş, üniversitelerin tamamı kapatılmış, öğrenci yurtlarının da kapatılmasına ve oralarda kalan öğrencilerin tamamının İstanbul'u terk etmesine karar verilmişti.
Sıkıyönetim bildirileri radyo aracılığıyla arka arkaya verilmekteydi. Her türlü toplantılar ve gösteriler yasaklanıyordu. Bu arada eğlence yerlerinin kapatıldığını, gece sokağa çıkma yasağının yürürlüğe konulduğunu da söylemem gerekir. Beyoğlu'nda hemen her köşe askerler tarafından tutulmuştu. Sokaklarda, kollarında "Polis Görevlisi" pazubandlarıyla dolaşan miğferli askerler dolaşıyordu.
Ertesi gün İstanbul'da aynı sıkıntılı ortam sürmekteydi. Taşralı sınıf arkadaşlarım birer birer memleketlerine dönmüşler ya da dönüş hazırlıklarını yapmaktaydılar.
Gazeteler sıkıyönetimin denetiminden geçtikleri için sansüre tabi tutuluyorlardı. Özellikle muhalif olan gazetelerde başlıkların bazıları çıkarılıyor dolayısıyla o sayfalar boş olarak yayınlanıyordu. Bir açıklama yapmalıyım; o günlerde gazeteler şimdikilerden farklı olarak matbaacılıkta "Tipo" denilen basım teknikleriyle hazırlanmaktaydı. Hazırlanan kalıplar sansürden geçirilirken sakıncalı görülenler kalıptan çıkartılınca o bölümler boş kalmaktaydı. Bazen gazetelerinde çok okunan yazarların makale köşeleri de buna benzer şekilde sansüre uğruyor, açıkladığım gibi boş kalabiliyordu.
Ancak; Çetin Altan'ın o döneme ait makale köşesinin başlığı çok ilginçtir. Dönemin en çok okur toplayan yazarı Çetin Altan'ın galiba 29 Nisan 1960 tarihli yazısının başlığı tarihe geçecek düzeydedir, unutulacak gibi değildir: "Bugün Canım Yazı Yazmak İstemiyor".

Böyle bir ortamda İstanbul'da kalıp ne yapacaktım? Tası tarağı topladım, baba evine döndüm. O sıralarda babam rahmetli, Antalya'nın Akseki Kazasında Ziraat Bankası Müdürü olarak görev yapmaktaydı. Ben oraya gittiğimde babam, bankanın tekamül kursu için Ankara'da bulunmaktaydı.
28 Nisan ile 27 Mayıs arasındaki dönem ülke açısından son derece ilginç olaylarla doludur. Sıkıyönetim ilan edilmekle beraber ülkedeki huzursuzluklar sürüp gitmekteydi. İktidar ile muhalefet arasındaki çekişmeler giderek artıyordu. Nitekim, "555 K" olarak tanımlanan toplu hareket o dönemin ilginç olaylarından biridir. "Beşinci ayın, beşinci günü, saat beşte Kızılay'da" şeklinde şifrelenen hareket; yasaklara karşın gençlik grupları tarafından Ankara'da gerçekleştirilmiş, toplanan kalabalık DP iktidarına karşı tepkilerini dile getirmişlerdi. Bu arada Harp Okulu öğrencileri de toplu yürüyüş yapıyorlardı.
Öte yandan DP iktidarının Başbakanı Adnan Menderes de sahnede yerini alıyor kâh Kızılay'da halkın içine giriyor, ancak; zorlukla toplu tepkiden kurtarılıyor kâh 15 Mayıs'ta İzmir'de Cumhuriyet Meydanı'ndaki mitingde büyük kalabalıklar tarafından karşılanıyor/alkışlanıyordu. Öte yandan o günlerin en gözde propaganda aracı radyo, ülkedeki kamplaşmasına yol açan "Vatan Cephesi"ne katılımları saymayı sürdürmekteydi. O da ayrı bir hikâyedir.
Doğrusu bu ya olayların oluşumunu ve gelişmesini değerlendirebilme yetisine tam olarak sahip değildim. Gönlüm, yapılanlara karşı olmakla birlikte şiddet yanlısı olmaktan olabildiğince uzak kalabilme gibi bir düşüncedeydim. Yüce Atatürk'ün silah arkadaşı ve ikinci Cumhurbaşkanımız İsmet İnönü'ye yapılan saygısızlıkları nasıl onaylayabilirdim? 1950 yılında istese senelerce sürdürebileceği yönetimi demokrasi uğruna demokratça terk edebilen İsmet İnönü'ye yapılanları doğru karşılamak olası değildi. Üstelik DP iktidarı; demokrasi yolundan giderek uzaklaşıyor. Yalnızca, dini; kötü amaçlarına alet etmeyi becerebilen büyük ölçüde cahil sayılabilecek kitlelere dayanarak tam popülist politikaları uygulamakla boşuna zaman kaybediyordu.
Ve sonunda beklenen oldu! Bir sabah, 27 Mayıs sabahı radyolar; ordunun ülkenin yönetimine el koyduğu hakkındaki bildirileri açıklamaya başladılar. Herkes, gizli bir şaşkınlık içindeydi. Kolay değil, ülke; kırk yıla yakın bir süre sivil yönetimle iç içeydi, yani böyle askeri müdahalelere alışkın değildi. Yeni bir dönem başlamıştı.
Galiba; bu yeni dönemle ilgili olarak benim bir yazı daha yazmam gerekecektir. Bu gözlerin gördüğü o kadar çok olay var ki kolayca ve kısaca anlatılmaz.
Esenlikle kalınız...