Dört gün önceki 28 Nisan tarihinin ülkemizin yakın geçmişinde önemli bir yeri vardır. Demokrat Parti'nin 1950 yılında başlayan iktidar serüveni 1955'lerden sonra nedense yaşlanma ya da yorgunluktan kaynaklanan sorunlarla karşılaşmaya başlamıştı.
Daha 1954 genel seçimlerinin ardından CHP'yi otuz küsur milletvekilliğinde bırakan DP; böylelikle mecliste akıl almaz bir çoğunluğu elde etmiş oluyordu. Ancak; görünen o ki; çoğunluğun sağlanması sorunları çözmeye yetmiyormuş.
Neden mi, o seçimden sonra ülkede yaşananları anlatsam şaşar kalırsınız. Her şeye karşın DP içinde ülkenin sorunlarını iyi değerlendirebilen milletvekilleri de bulunmaktaymış. Başbakan Adnan Menderes'e karşı partisinin grubunda ufak tefek diklenmeler görülmeye başlanmıştı. Bu çerçeve içinde 1955 yılında Adnan Menderes, gruptaki unutulmaz konuşmasını yaptı. Milletvekillerine karşı söyledikleri ülkemizin siyasi tarihinde önemli yer tutmuştur. Kısaca anımsayalım: "Siz öylesine güçlüsünüz ki, şu anda isterseniz anayasayı değiştirebilirsiniz, isterseniz hilafeti bile geri getirebilirsiniz!" 

Her şeye karşın aynı yıl içinde gene 1955 yılının eylül ayında yakın tarihimizin en büyük utanç olaylarından biri; İstanbul ve İzmir'de  6-7 Eylül olayları olarak bilinen azınlıklara yakıp yıkma saldırıları yaşandı.
Artık; olaylar kontrol edilemez duruma dönüşmüştü. İşte bu arada; bir yıl öne alınarak 1957 yılında yapılan genel seçimlerdeki sonuçlarda iktidarın çöküşü açıkça belli oluyordu. DP ciddi kayıplara uğramış çoğunluk sisteminin azizliğine bağlı olarak mecliste milletvekili sayısı fazla olmakla birlikte muhalefet toplamda daha çok oy almıştı.
1959'un  sonraki günleri ve 1960 yılının ilk ayları ülke için sorunlarla doludur. 1959 yılının mayıs ayının başında Uşak'ta muhalefet lideri İsmet İnönü, DP'lilerce taşa tutulmuştu. Hemen ardından aynı İnönü; bu kez İstanbul Topkapı'da linç edilmek isteniyordu.
Oysa; Menderes'in Şubat ayında Londra'da geçirmiş olduğu uçak kazasından sonra iktidarla muhalefet arasında bir yumuşama yaşanmış ülkenin selameti için ışık görülüyor sanılmıştı. Görüldüğü üzere iki ay sonrasında gerginlik yeniden başlamış oluyordu. Bu gergin ortam 1959 yılı boyunca sürdü gitti. Üstelik 1960 yılının başlangıç aylarının da gerginlikten uzak olduğu söylenemezdi. Nitekim muhalefete karşı nisan ayında meclis bünyesinde oluşturulan özel yetkilerle donatılmış 15 kişilik Tahkikat (Araştırma/Soruşturma) Komisyonu'nun kurulması bardağı taşıran son damla oluyordu. Artık gerginlikler son kertesine ulaşmıştı.

***
İstanbul Üniversitesi birinci sınıf öğrencisiydim. Rahmetli hocamız Doç. Dr. (Sonraları Prof. Dr.) Sencer Divitçioğlu "Mikro İktisat" dersini tahtada renkli tebeşirlerle çizimler yaparak anlatmaktaydı. Bizim birinci sınıf amfisi zemin kattadır, dışarıdan bazı seslerin gelmesi üzerine hocamız, neler olduğunu anlamak için bir arkadaşımızı görevlendirdi. Kapı açılınca dışarıdaki sesler daha belirginleşti, madeni sesler de gelmekteydi. Arkadaşımız biraz sonra sınıfa döndü ve gayet iyi anımsıyorum, heyecanla "Hocam, atlı polisler kapının önünü tutmuşlar kimseleri dışarı bırakmıyorlar" diyerek durumu özetledi.    

Hocamız bunları duyunca elindeki tebeşirleri yere fırlattı ve bize dönerek konuştu söyledikleri de aklımdan çıkacak gibi değil: "Ben burada ders filan yapamam!" Sınıfı bıraktı, gitti.   ..........

Bizlerin, artık duracak halimiz kalmamıştı. Sınıftan ve sonrasında giriş holünden dışarı fırladık. Fırladık ama atlı polisler kapıyı tutmuşlardı. Bizler bir yığın olarak dışarı çıkmaya çalışınca atlar filan ürktüler, üzerlerindeki polisler onları zarla zorla zapt etmeye çalışıyorlardı. Ne mümkün?
Hukuk Fakültesi'nin olduğu taraf öğrencilerle doluydu, öğrenci grupları topluca ön bahçeye doğru yönelmek istiyorlardı. Ancak; üniversitenin koca bahçesi öğrenci ve polis kaynamaktaydı. Biz üç kız üç erkek olarak o gruplardan ayrılarak üniversitenin arka kapısına yöneldik. Orada biraz sakinleyerek ön kapıda olanlar hakkında bilgi edinmek istemek amacındaydık. Kız arkadaşlarımız aşırı derecede korkmaktaydılar, hatta biri ciddi olarak ağlamaya bağlamıştı. Uzatmayayım, arka tarafta pek de kullanılmayan bir kapıdan Süleymaniye tarafına doğru dışarı çıkabildik. Sonuçta genç ve deneyimsizdim, doğrusu bu ya; ben, olayların daha büyüyebileceğini aklıma getiremiyordum. Arkadaşlarımızdan ayrıldık.
Ben Beyoğlu Tünel'deki pansiyonumda kalıyordum. Haliç Köprülerinin açıldığını duydum, Allahtan Eminönü Yemiş İskelesi'nden dolmuş yapan kayıklar vardı, biliyordum. Zorlukla onlardan birine binip karşıya Tünel'in alt ağzına ulaştım. Sonrası kolay oldu, evime geldim. Geldim ama duyduklarımdan sarhoş oldum desem yanlış olmaz. Onları/olayları da nasipse gelecek hafta anlatayım, ne dersiniz?
Esenlikle kalınız...