Çevre davalarında mahkeme kararları artık bir genelge ile aşılıyor. Bakanlar Kurulu kararlarıyla mahkeme kararlarının etkisiz hale getirilmesini çokça yaşadık, şimdi bu iş genelgeye kadar düştü.
Oysa genelge hukuk normu bile sayılmaz. Türk Dil Kurumu sözlüğünde genelge; "yasa ve yönetmeliklerin uygulanmasında yol göstermek, herhangi bir konuda aydınlatmak, dikkat çekmek üzere ilgililere gönderilen yazı" olarak tanımlanıyor. Yani; uluslararası sözleşmeler, anayasa, yasa, tüzük, yönetmelik diye sıralayabileceğimiz hukuk normlarının içinde genelgeye yer yoktur.
Buna rağmen bugünlerde bir 'meşhur' genelgeye dayanılarak, çevre davalarında verilen mahkeme kararları uygulanmıyor. Örnek mi istersiniz? İzmir'den iki örnek vereyim; Efemçukuru Altın Madeni'nin kapasite artırımı projesine verilen 31.12.2012 tarihli Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) olumlu belgesi "ağır metal kirliliğine neden olduğu"ndan mahkemece iptal edildi, mahkeme kararının uygulanmasını beklerken yeni bir ÇED raporu düzenlendi, İnceleme ve Değerlendirme Komisyonu (İDK) toplandı, toplantı sonunda ÇED raporu nihai kabul edildi, binlerce İzmirli itiraz etti, 1 Kasım 2015 seçimlerinin geçmesi beklendi ve 17 Kasım 2015 tarihinde yeniden ÇED olumlu kararı verildi. Bir diğer örnek; Karaburun Yarımadasında rüzgar enerji santralleri (RES) için verilen ÇED izinleri, "RES'lerin faaliyete geçmesinin özgün bakir alanlar içeren ve oldukça zengin bir biyoçeşitliliği barındıran yarımadada yaşayan canlıların sığınacağı başka bir yaşam alanı bırakmayacağı sonucuna varıldığı" gerekçesiyle mahkemelerce iptal ediliyor, ardından yine aynı yolla yeni bir ÇED raporu, İDK toplantısı ve devamı süreçler işletiliyor.
Özetlemek gerekirse; mahkeme iptal kararı veriyor, aynı proje için yeniden ÇED raporu düzenleniyor, halkın toplantısı yapılmadan, bakanlıkta bürokratlar kapalı kapılar ardında toplanıyor ve istisnasız ÇED raporunu mükemmel buluyorlar ve yeniden izin veriliyor. İzmir'den güncel olan iki örnek verdim, bu süreçlerin ülke düzeyinde yüzlercesi yaşanıyor. Hepsinde Çevre ve Orman Bakanlığı'nın 2009/7 Sayılı genelgesine dayanılıyor.

Şimdi o 'meşhur' genelgeye bakalım; dönemin Çevre ve Orman Bakanı Prof. Dr. Veysel Eroğlu'nun imzasını taşıyor, 13.02.2009 tarihli ÇED Yönetmeliği Uygulamaları konulu. Genelgede; "Çevresel Etki Değerlendirmesi olumlu kararları hakkındaki yürütmenin durdurulması/iptal kararları, hakkında ÇED olumlu kararı verilen ÇED raporunun bir ya da birkaç bölümüne ilişkin ise ve yürütmenin durdurulması/iptal kararı, ÇED raporunun diğer bölümlerini olumsuz yönde etkilemiyor, yani kararın tümünün yeniden ele alınıp değerlendirilmesini gerektirmiyorsa, ÇED Raporunun hazırlanmasına ilişkin tüm sürecin en baştan tekrarlanmasına gerek bulunmamaktadır" deniyor, ardından "sadece eksik veya yetersiz görülen kısımların yeniden düzenlenerek hazırlandığı ÇED Raporunun Bakanlığa sunulmasından sonra toplanacak İDK toplantısında nihai yapılacağı, ardından karar verileceği" yolu gösteriliyor.
Genelgenin amacının, çevreye zarar verecek bir takım yatırımların, 'halkın ve yargının denetiminden kaçırarak', ne pahasına olursa olsun gerçekleştirilmesini sağlamak olduğu çok açık, hukuki anlamı ise "mahkeme kararını uygulamayın" emridir.

Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED), çevreye olumsuz etkileri olan yatırımların, çevresel etkilerinin en aza indirilmesi için alınması gereken önlemleri ifade eder. Türkiye ÇED ile 1993 yılında yönetmeliğinin yürürlüğe girmesiyle tanıştı. Yönetmelik, yürürlüğe girdiği tarihten itibaren defalarca değişikliğe uğradı. Onlarca kez değişikliğe gidildi, tümüyle de yedi kez değiştirildi. ÇED sürecini bir formaliteye dönüştüren idari uygulamaların yanı sıra mevzuatta yapılan değişiklikler korumaya yönelik değil, hep istisnaları artırmaya yönelik oldu. Son yıllarda uygulanan ekonomik politikalar sonucu yapılan yasal değişiklikler ve uygulamalarla ÇED'in korumacılığı iyice aşındırıldı. Bu yetmiyormuş gibi; şimdi de artık çevre bakanı olmayan bir bakanın bundan dört yıl önce  yayınladığı anayasa ve yasa hükümlerini yok sayan, mahkeme kararlarına direnmeyi emreden genelgeyle yaşam alanlarına yönelik saldırılar sürekli hale getirilmeye çalışılıyor.
Anayasanın 2. maddesindeki 'hukuk devleti' ilkesini umursayan yok, 138. maddesindeki "Yasama ve yürütme organları ile idare, mahkeme kararlarına uymak zorundadır; bu organlar ve idare, mahkeme kararlarını hiçbir suretle değiştiremez ve bunların yerine getirilmesini geciktiremez" kuralını ve 56.maddesindeki "Herkes, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir. Çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemek Devletin ve vatandaşların ödevidir" kuralını dinleyen yok. Bu arada İzmir'in su havzası göz göre göre kirletiliyor.
İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Aziz Kocaoğlu da isyan etmiş durumda, bakın ne diyor; "Tahtalı suyu altın madeninin tehdidi altında" (http://www.izsu.gov.tr/Pages/News.aspx?nwid=869#.VmKViB_gyu4)
Genelgelerle hukuk güvenliğimiz yok ediliyor, mahkeme kararları yok sayılıyor ve suyumuz zehir ediliyor. Buna sessiz mi kalacağız?

'Demokrasi özürlü' Yönetim İzmir'e Yakışmıyor!


İzmir Valiliği'nden ve Valisi'nden şikayetçiyim.
İzmir Polisi; 3 Aralık Dünya Engelliler Günü'nde yürümek isteyen Engellileri  engelledi, bravo onlara. Sorunlarını gündeme getirmek, seslerini duyurmak isteyen tekerlekli sandalyeleri ile yılda bir kez yürümek isteyen Engellileri engellemek hangi yasaya hangi vicdana sığar?
Olayı duyunca, şikayetimi İzmir Valisi Mustafa Toprak'a sosyal medyadan iletmek istedim, ne mümkün, sayın Valinin  @ValiToprak twitter adresine mesaj gönderemiyorum, beni engellemiş.
Polisi Engellilerin dahi yürümesine izin vermiyor, Valisi sosyal medya hesabını İzmirlilere kapatıyor.
Hakları engelleyici, demokrasi özürlü bir yönetim İzmir'e yakışmıyor.