Son günlerde bazı sendikalar kamudaki liyakat konusuna çok sık dikkat çekmeye başladı.

Bu yazımda biraz akademik dünyadan bahsetmek istiyorum. Öncelikle belirtmeliyim ki, öğrencisine, asistanına bir cümle bilgi öğreten bir hoca ya da öğretmene saygım sonsuzdur. Ama bilim dünyasında her şeyin doğru ve adaletli gittiğini söylemek de yanlış olur.
Yeni Asır, Sabah grubunda sağlık ve eğitim muhabirliğim sırasında yıllarca üniversitelerin rektörlük seçimlerini takip ettim. Çok kısa seçimlerle ilgili görüşümü anlatmak istiyorum. Şu anki yapıda kesinlikle rektör seçimle belirlenmemeli. Çünkü her seçimde fakülteler görüş olarak iki, üçe bölünüyor. Tabi bunun hiçbir sakıncası yok. Sakınca seçimden sonra ortaya çıkıyor.

Seçim demokrasinin vazgeçilmezidir. Ancak seçimin sistemi ve sonrasında koltuğa oturanların tercihleri de çok önemlidir. Üniversite seçimlerinde ‘Bana niye oy vermedin’ diye düşünen bir rektör çok kolay kendisine oy vermediğini düşündüğü akademisyenleri yöneticilik hatta bazı araştırmaların dışında bırakabiliyor.

Bu duruma bizzat şahit oldum (Çok yakında anlatacağım)

Bu yüzden üniversitelerin mevcut yapısında seçimin yapılmaması gerektiğini düşünüyorum. Seçim sayesinde oluşan kutuplaşma, zıtlaşma ortamı üniversiteyi, akademisyenlerimizi geriyor.

Gelelim doçentlik sınavına… Yani başlığımıza. Evet doçentlik sınavı için jüri üyelerinin arandığını duyuyorum, işitiyorum. Arayan hoca, jürideki hocaya rahatlıkla “Bu çocuk bizim elimizde büyüdü, iyidir.” diyebiliyor.

Bilim ölçme ve değerlendirmedir. Doçentlik jürisinde yer alan hocalar, doçent olacak kişinin vasıfları, yetenekleri, bilgisi hakkında gerekli yeterliliktedir. Kimsenin jürideki bir hocayı arayıp ya da aratıp, “Bizim çocuk iyidir” demesine gerek yok. Bana sorarsanız o aşamaya gelen ve doçentlik sınavına girecek tüm adaylar iyidir!!! Ama kimin doçent olacağına bırakın jüri karar versin.