Benim gibi belirli bir yaşı aşmış kişilerin en büyük sermayeleri ne olacaktır?  Bizlerin en büyük sermayemiz anılarımızdır. Hele iyi bir izleyici iseniz; üstelik hafızanızda bir yıpranma da bulunmuyorsa... Aklıma hep geliyor; eskiler ne kadar da doğru söylemişler: "Tarih, tekerrürden ibarettir" diyerek. Gerçekten de ne denli güzel bir sözdür bilemezsiniz, yaşamak gerek!
Daha önceki yazılarımdan birinde söz etmiş olmalıyım. 27 Mayıs Demokrasi Devriminin başlangıcı 28 Nisan öğrenci olaylarıdır. İstanbul Üniversitesi'nde başlayan öğrenci direnişlerinin hasbelkader içinde bulunduğumdan anılar canlandı gözümüm önünde.  
Direniş olayları sabahın ilk saatlerinde başlamıştı. Herkeste ufak tefek bir gerginlik olduğunu anımsıyorum. Merkez Binada ilk derse girmiştik. Dışarıdan gelen değişik sesleri duyunca "mikro iktisat" dersi hocamız Rahmetli Prof. Dr.( O zamanlar doçent)  Sencer Divitçioğlu; dersi keserek neler olduğunu anlaması için bir arkadaşımızı görevlendirmişti. Arkadaşımız; dönüp heyecanla, polisin kapıların önünü kestiğini, öğrencilerin ise galeyan içinde olduklarını söylemişti. Hocamız; "Polisin girdiği üniversitede ben ders vermem" diyerek tepkisini gösterdi, elindeki tebeşiri yere fırlattı.
(Bir ara not: şimdi öyle hocaları ara ki bulasın!)
Anında "örfi idare" (sıkıyönetim) ilan edildi. Sıkıyönetim komutanlığının emriyle bir çok yasak getirildi; bu arada, üniversiteler ve öğrenci yurtları kapatıldı. Tüm öğrencilere derhal memleketlerine dönme zorunluluğu getirildi.

Vapur ambarında eve dönüş

O günlerde İstanbul; ülkenin belki de tek üniversite şehriydi. Gerek fakültelerinin sayısı gerekse öğrenci kapasitesi açısından çok farklı bir konumdaydı.
Günümüzde yaşayanlara o günlerin olanaksızlıklarını canlandırmak elbette zordur. Anadolu'ya tek ulaşım aracının tren ve vapur olduğunu anımsatmam belki de yararlı olacaktır. Telefon belki de hiç kullanılamıyor, daha ilerdeki yerleri hiç sormayın. Ankara ya da İzmir'e gönderilen mektuplar bile iki günden önce yerine ulaşmıyor; bu durumda PTT'lerin önü telgraf kuyruğuna giren öğrenciler ile doluyordu.
Öte yandan; emir kesindi ve İstanbul en çok iki gün içinde terkedilecekti. Ben pansiyon türü bir yerde kaldığım için kendime göre çözüm noktam vardı. Ama arkadaşlarımın durumunu anımsıyorum. Ekonomik durumu bayağı iyi olan bir arkadaşım Ordu'ya gidebilmek için vapurda ancak "ambar" bileti bulabilmişti. Trenler ise  tahta bavullu ve üçüncü mevki biletli öğrencileri Haydarpaşa'dan Anadolu'ya götürmek için çuf çufluyordu. Parası olmayanlar ya arkadaşlarından borç alıyor ya da ailelerinden gelecek (!) parayı almak için PTT'lerde sırada bekliyorlardı.
Haydi gelin de günümüzde "corona" virüsü nedeniyle yaşananları görüp de geçmişi anımsamayın. Olanları televizyonlarda izliyorsunuz. Sabahın köründe bir öğrenciler, "Yurt boşaltılacak" denilerek yataktan kaldırılıyordu. O halde şimdi de aynıları yaşanmıyor mu! O öğrenciye parası var mıdır diye soran eden oluyor mudur, ne dersiniz!

Tebessüm nedeni olayım

Şimdi, geçmişte ve günümüzde öğrencilerin çektiği sıkıntıları bir kenara koyup 1971'lerde Silvan'da Ziraat Bankası müfettişi iken bir dost meclisinde ilk ağızdan dinlediğim bir olayı elimden geldiğince anlatayım da az da olsa tebessümünüzün nedeni olayım sizlere.
Olayın kahramanlarının biri Yusuf Bey, Silvan'da ağır ceza hakimi, diğeri beldenin bayağı varlıklı ailelerinden birinin oğlu avukat Mahmut Uyanık.
İkisi de  İistanbul Üniversetisi Hukuk Fakültesi öğrencisi. 28 Nisan olaylarından sonra İstanbul'u terk edip zar zor bulabildikleri üçüncü mevki biletleriyle Diyarbakır üzerinden memleketleri Silvan'a gitmeyi planlamışlardır. O zamanlar bu yolculuk en az 3 gün sürüyor. Bulabildikleri, yetirebildikleri kadar azıklarını almışlar.
Tren de ufak ufak Diyarbakır'a yaklaşmaktadır. Gençlik; bizimkilerin karınları acıkıyor, dayanılacak gibi değil, paraları desen yok. Ne yapsınlar, "Nasıl olsa bize buyur denecektir" diye yemek hazırlığı yapılan bir kompartımanın kapısını çalarlar.
Selam ve afiyet olsun deyip sonra "Buyurun" denince bunlar aç kurtlar gibi yeneceklere saldırırlar. Aman o da ne, kondüktör gelmez mi!  "Biletler kontrol, biletler kontrol" bunlar çıkarırlar ama biletler 3. mevki biletidir, kompartımanı terk etmek zorundadırlar. Yalvarırlar, biletçi inatçıdır, olmaz da olmaz.
Gençlik bu işte; kalkarlar biletçiye bir de tokat atarlar. Vay sen misin tokat atan. Tren polisine haber verilir ve bu iki genç biletçi ile birlikte şef trenin huzuruna çıkarlar.  
Şef tren durumu anlayışla karşılar, "Tamam olan olmuştur" diyerek bari "tarziye" verin olay kapansın der. Bizimkiler "tarziye"nin ne demek olduğunu bilmediğinden biri diğerine Kürtçe sorar: "Tarziye çiye", yanıt: "Valla nizanım, belki pere duhazın."
Bunun üzerine ikisi birden şef trene dönüp "Vallah paramız yoktur" derler. Artık; sonrasını anlatmaya gerek yok sanırım. Kahkahalar birbirine karışır, olay sulh ile biter.
Esenlikle kalınız...

Not:  Tarziye, 'pişmanlık duyarak özür dilemek, rızasını almak' demek. İkilinin konuşmasındakiler ise:

Kürtçe; "Tarziye çiye: Tarziye nedir?  

"Valla nizanım, belki pere duhazın: Valla bilmiyorum, belki para istiyordur."