Avukat Kerem Küçükvural konuyla ilgili şunları söyledi:

Kusursuz sorumluluk

6098 sayılı Türk Borçlar Kanunumuz  "Kusursuz Sorumluluk" başlığıyla yapı malikini söz konusu bina veya benzeri yapılarda oluşabilecek zararlara ilişkin bir binanın veya diğer yapı eserlerinin maliklerinin, bunların yapımındaki bozukluklardan veya bakımındaki eksikliklerden sorumlu olduğu kabul edilmiş ve bir kusurları söz konusu olmaksızın "doğan zararı gidermekle yükümlü" tutulmuşlardır. Bu sorumluluğa öğretide "kusursuz sorumluluk" veya daha geniş tanımıyla "kusura dayanmayan nesnel sebep sorumluluğu" denilmektedir. Yargıtay 4.Hukuk Dairesi 2019/1177 E. Ve 2019/5731 K.  Sayılı kararında da kusursuz sorumluluğun söz konusu olduğu durumlarda da malike kurtuluş kanıtı sunma olanağı tanınmamıştır. Malik, ancak illiyet bağını kesen sebeplerin (mücbir sebep, zarar görenin tam kusuru, üçüncü kişinin ağır kusuru gibi ) varlığı durumunda sorumluluktan kurtulabilir.

Zararın oluşması tek başına yeterli değil

Ayrıca, sorumlu kişi veya işletmenin, kusurlu olup olmaması, özen ödevini yerine getirip getirmemesi, işletme veya nesnede (şeyde ) bir bozukluk veya noksanın bulunup bulunmaması, meydana gelen zararın tazmin borcu yönünden bir etkiye sahip değildir. Zira bunların sebep oldukları zararlarda, kusurun bulunup bulunmadığı ya da rolünün olup olmadığının çoğu zaman bilinemediği veya ispat edilemediği gibi, sorumlu kişi veya işletme, her türlü özeni gösterse, gözetim ve denetim ödevini yerine getirse, gerekli bütün tedbirleri alsa bile, gene çoğu zararın meydana gelmesini önlemek mümkün değildir. Bu sebeple sorumluluğunun bağlandığı olgu ile zarar arasında uygun illiyet bağı kurulduğu zaman, sorumluluk da gerçekleşmiş olacağından, bu işletme veya nesnelerin sahip veya işletenleri, bunların sebep oldukları zararı gidermek zorundadır.  Görüldüğü üzere, tazminat hukukuna egemen olan ilkelerden zararın oluşması tek başına yeterli değildir. Aynı zamanda, depremzedeler açısından yapı malikinin veya işletenin yerine getirmesi gerekli her türlü sorumluluk ile birlikte binanın yıkılması arasında bir nedensellik kurulması gerekiyor. Mücbir sebep kavramının deprem ile ilişkilendirilebileceği düşünülse bile, söz konusu yapıların denetlenmeleri sonucu oluşturulan yeni deprem yönetmeliklerine göre uygunluklarının yaptırılıp yaptırılmaması da tazminat sorumluluğunu doğurmaktadır. Başka bir deyişle özen yükümlülüğü, oluşan zarar ve illiyet bağı ayrı ayrı değerlendirilmelidir.

Yeterli denetim yok

Günümüzde sorumluluk anlamında da inşaat firmalarının yeteri kadar denetlenmediği açıktır. Son zamanlarda kurulan yapı denetim firmaları ilgili inşaat firmalarının oluşturduğu ödenek ile denetlenmektedir. Halbuki, yapı denetim firmalarının ödeneklerinin belediyeler tarafından oluşturulup dağıtılması daha objetif değerlendirmelerin oluşmasına neden olabilecektir. Bilindiği üzere 2011 senesinde Van'da gerçekleşen 7.2 şiddetindeki depremden sonra, yine bugün olduğu gibi Türkiye genelindeki konutların güvenirliği tartışılmıştır. O dönemde yapılan çalışmalar neticesinde kentsel dönüşüm projeleri oluşturulmaya başlanmış ve 6306 sayılı kanun ile Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun çıkartılmıştır.  Bu konun ile hasar alan ve riskli olarak kabul edilecek yapının yapı malikleri ve kanuni temsilcileri tarafından, Çevre Şehircilik Bakanlığınca (bundan sonra bakanlık olarak ifade edilecektir)  lisanslandırılan kurum ve kuruluşlara  yaptırılabileceği yer almaktadır.  Bu tespit işleminin masraflarını yapı maliklerine aittir. Ayrıca,  Çevre Şehircilik Bakanlığı bu masrafların karşılanması için maliklere süre verir. Gerekli süre içerisinde tespit yapılmaz ve gerekiyorsa yıkım işlemi gerçekleşmezse bakanlıkça tespit ve yıkım işlemi gerçekleştirilir. 

Kira artışı sorunu

Bu durumda riskli yapı olarak belirlenen yapının kentsel dönüşüme alınması ile ilgili olarak kat malikleri kurulunun karar alması gerekmektedir. Alınan karar sonrasında yıkım işlemi 60 gün içerisinde gerçekleştirilmeli ve tapuya riskli yapı olarak tescil edilmeldir. İlgili tescil ve yıkım işlemleri neticesinde kat mülkiyeti sona ereceğinden arsa payları kat malikleri tarafından tapuya tescil edilmelidir. Burada kanunun öngördüğü yöntem ile bakıldığında yeni bir bina yapılması için yine kat maliklerinin oy birliği gerekmekte olup karara katılmayan malikin ise payının belirlenecek rayiç bedel üzerinden satışı söz konusu olabilecektir. Ancak bu durumda da kat mülkiyeti üzerinden değil arsa payı üzerinden satış gerçekleşeceğinden karara katılmayanlar yönünden ciddi bir zarar söz konusu olacaktır.  Maliklerin hasar tespiti yapılan binada anlaşma yoluyla tahliye ve yıkım işlemlerine başlaması sonrasında maliklerin bankalardan kullanacakları kredilere dönüşüm projeleri özel hesabından karşılanmak üzere faiz desteği verilmesi veya işyeri sahibi veya maliklerin kira yardımından faydalanacakları kanunda 6306 sayılı kanunda belirtilmiştir. Aynı şekilde yıkım sonrası oluşacak arsa payı sahiplerinin üçte iki çoğunlukla yeniden binanın yapılması için anlaşması gerekmektedir. Aksi halde idarenin kamulaştırma yetkisi bulunmaktadır. Bir diğer sorun ise, deprem sonrasında anormal bir şekilde artan gayrimenkul kiraları ve satış bedellerine ilişkindir. Örneklerini 2020 Ocak ayında gerçekleşen Elazığ depreminden sonra da gördüğümüz anormal artışın evlerini kaybeden kişiler tarafından gabin durumu yarattığı ve bu durumdan pay biçen mal sahiplerinin orantısız gelir artışı durumu yaşanmaktadır. Halbuki; kira artışına ilişkin kurallar mevzuatımızda yer almaktadır.

Cezai işlem uygulanabilir mi?

6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu'na göre kira artışı her bir kira dönemi sonunda ÜFE (Üretici Fiyat Endeksi) TÜFE (Tüketici Fiyat Endeksi) oranına göre arttırılması gerekmektedir. Herhangi bir kiralama ilişkisinin bulunmadığı taşınmazlar açısından ise ilgili taşınmazın bulunduğu yere ait rayiç ve emsal kira bedelleri üzerinden anlaşmalar yapılmalıdır. 
Son olarak, yaşadımız bu büyük travma sonrası yıkılan binaların sorumlularına cezai işlem uygulanabilir mi? Ne yazık ki, 1999 depremi de dahil olmak üzere yıkıcı etkisi olan her depremden sonra bu konu kamuoyunda tartışılmış olmasına rağmen, gerekli ve caydırıcı cezaların uygulanmadığı ve çoğu davanın zamanaşımına uğradığını görmekteyiz. Burada uygulanacak olan cezai yaptırımların gerçek anlamda sadece hedef gösterilen bir veya birkaç kişiye değil bütüncül bir bakış açısıyla değerlendirilmesi gerektiği kanaatindeyim. Her şeyden önce, TCK.m.85 kapsamında taksirle öldürme suçunun gerçekleştiği düşünülebilir. Nitekim, yapı sahibi müteahhitin konutun inşasını tamamlamasının ardından kullandığı malzemenin düşük kalite olması sebebiyle binanın yıkılmasını öngörmesi ve fakat bu yıkılmanın hiçbir zaman gerçekleşmeyeceği yönünde kendisinde oluşan özgüvenin de etkisiyle bu sonucun herhangi bir canlı hayatını etkilemesini istememesi nedeniyle bu suçun unsurlarının varlığı tespit edilmelidir. Ancak gerek imar mevzuatına aykırılık, gerekse insanların tüm varlıklarının karşılığı olarak oturduğu evlerin yıkılması sonucu oluşan zarardan dolayı nitelikli dolandırıcılık ve güveni kötüye kullanma eylemlerinin de oluştuğu kanaatindeyim. Deprem kuşağında yer alan ülkemizin bir daha böyle acılar yaşamamasını temenni ediyorum ve hak sahiplerinin bir an evvel gerekli yasal müracaatlardan netice almasını diliyorum.