Yönetim yerine, "yönetişim" deyince, yenilik getirmiş havalarına girenler, yerellik iyidir tezini, önceki oydaştığımız kavramlarla oynayarak beynimize çakmaya kalkıştıklarında, bu yerellik safsataları ile daha demokratik ol(a)mayacağımızı, hem derslerimde hem konferanslarımda anlatıyor ve yazıyordum da. Hiyerarşik ve otoriteye tabi kültür dönüşmeden, özgür iradeli bireye tahammül edemeyen yönetim anlayışı ile demokrasi olmaz/olamazı anlatmak da kolay değil(di)!...

             
Farklı olana tahammülü olmayan bir kültür; farklılaşma ile yol alan bir yönetim biçimine, bir şekilde başa geleni ayrıcalıklı yere oturtup, yerleştirerek ve ona göre biçimlenerek mi ulaşacaktı demokrasiye? Geçiniz... Kültürü görmezden gelerek gidebileceğimiz yerdeyiz şu an.
            
"Zamanın ruhu" diye bir kavram vardır. Belli olgularla tanımlanan. Bizler, ruhu olmayan bir zaman kesitinin dar ve karanlık tünelinden geçiyoruz, nereye gittiğimiz konusunda açıklama yok ama istikamet belirleyenlerin hedef gösterdikleri belli tarihler var. Ruhu olan zamanlarımızın bizi birbirimize kenetlediği önemli günlere denk gelen tarihler gibi... 2023 hedefinde belli ki, 1923 rövanşı var. Ama o hedef ne? Bunu sadece yöneticiler biliyor. Çok gizemli (!) değil mi?... Otokrasi biçemlerinin, "ileri demokrasi" dillendirmeleri ile yol bulduğu; söylenenler ile yapılan arasındaki mesafenin çok derin olduğu, dipsiz bir kuyu gibi.
               
Birinci sınıfta siyaset bilimi dersinde "demokrasi" konusunu işlerken, neden AB üyesi olamayacağımızın nedenlerini sıralamamdan sonra, bir erkek öğrencimin, biraz da bana ders verir gibi, "göreceksiniz kısa sürede gireceğiz" demesini anımsıyorum. Üçüncü sınıfta herkesin içinde, "Hocam siz haklısınız, AB'ye girmemiz imkansız" demişti. Bu isabetli sonuca kendisi kısa sürede ulaşmıştı. Gerçekleri anlatmaktan vazgeçmemek için anlamlı bir örnektir. Topluma acıtsa da gerçekleri anlatan yazar, bilim insanı ve yöneticilere gerek var. Bir toplum gerçeği ile yüzleşerek aşabilir sorunlarını, tıpkı bireyler gibi.
              
Türkiye, bir yol tutturdu gidiyor. "Durmak yok, devam" diyerek tam gaz demokrasiye gitmediğimiz hepimizin malumu. Eleştiri hakkının tekçi yönetimde mahfuz tutulduğu bir sistemde, kendisine özgür alan açmak isteyen bireylerin karşısında, vay sen hakaret ettin yaftası ve ceza var. Yandaşlık ödül vesilesi. Çoklu ayrışma başlıkları ile formatlanan toplum bir de, ödül ve ceza arasına sıkışıp ayrıştırılıyor. Birlikteliğimizi tutkallayan değerler ve kurumlar bir bir ya yıkıntılar arasında yok ediliyor ya da önceki tanımladığımız başlıklarda farklı içeriklerle tanınmaz halde karşımızdalar.
             
Üstelik, çok basit nedenler ileri sürülerek, çok önemli sonuçlar doğuran gelişmeler oluyor.
             
CHP'nin hisseleri diyerek, İş Bankası üzerine gidilirse, bu sadece banka ile sınırlı olmayacak sonuçlar yaratacak çok vahim bir adım olacaktır. Artık başta hukuk, tüm denetleyici kurumlar ortadan kalktığı için durmaksızın tüm kurumları başkalaştıran ve sahiplenilen ilerleyiş engebesiz. Ne ki; yapabiliyor olmak, haklı olmak anlamına gelmiyor.
             
Yönetenin yönetim anlayışı ile toplumun tamamının oydaşma içinde olması beklenemez. Ancak en az yarısı hoşnut değilse, yönetim halktan kopmuş demektir. Bu satırları niye yazdım. Yolun karşısına geçmek üzereyken, trafik polisi hepimizi durdurdu. Uzunca bir süre bekledik, niçin bekletildiğimizi bilmeden, sonra makam araçları geçmeye başladı. Bittikten sonra bize yol verildi. Trafik polisine niçin bekletildiğimizi sordum, bakan açılışa gidiyor dedi. Bakana uyum sağlayan trafik mi? Trafiğe uyum sağlayan bakan mı? Çok basit bir tercih gibi ama çok önemli. Yönetimde kimin öncelikli olduğuna dair.
              
Uluslararası bir konferans için üniversitemize gelen Mümtaz Soysal hoca geldi aklıma. Ben de konuşmacılardan birisi olduğum için öğle yemeğinde yanımda oturuyordu. Mümtaz hoca bir dönem Dışişleri Bakanlığı yapmış bir kişi. Önceden söylemişti, uçağa yetişmek zorunda olduğunu. Usulen bize yemekte eşlik etti. Ve kalkarken bana döndü, fısıltıyla yerimden kalkmamamı rica etti. Üniversite yöneticilerine de lütfen kalkmayın diyerek, büyük bir alçak gönüllükle aramızdan ayrıldı. Yemek bölünsün istemedi. Bizler eski Bakan olduğu için değil, gerçekten hak ettiği için yine de yerimizden kalkarak uğurlamak istediğimizde, hala lütfen rahatsız olmayın diyordu. Bu alçak gönüllüğe, kendisinin ötesini görebilenlere hasretiz artık.
            
Türkiye, yurttaşı önceleyen anlayışı teperek geldi bugünlere. İçimizde bir özlem ve gelecek için hayal olarak tutalım, yurttaş öncelikli yönetim anlayışına yeniden ulaşmayı. Cumhuriyetin özüne dönmekten söz ediyorum. Bugün, ne bizim yaşadıklarımız, ne de bizlerin ne düşündüğümüz önemli değil. Birileri çıkıp kriz yok deyince yok olmayan krizi yaşayıp, aramızda sızlanıp yakınarak nereye kadar sürüklenebileceğimizi yaşayıp göreceğiz.
           
Bir aldığınız ürünü, ikinci kez aynı fiyata alamadığınız bir yerde kriz yok denilebilir mi? Kaliteli ürünler üreten,  marka olmuş firmaların konkordato ilan ettikleri haberleri iç sızlatıyor. Tam da israf ekonomisini terk edip, üretim ekonomisine geçmekten söz edilirken(!)...
             
Fakat üzülmeyin biraz önce ATO Başkanı'ndan ekonomik önlemlerle ilgili süper bir çözüm önerisi geldi. Dedi ki; biz yanlış yapıyormuşuz. 1 Dolar karşılığı Türk lirası şu kadar diyormuşuz. Halbuki, Türk lirası karşılığı şu kadar dolar demeliymişiz. Bunun olumlu psikolojik etkisi olacağından söz ediyordu. Yani haklı değil mi sizce de? Hem yerli ve milli diyoruz hem de yabancı paralar önde gidiyor. Kendi paramızı öne çekince, paramız da değerlenmiş olacak. Ve biz psikolojik olarak rahatlayacağız (!)... Bunu bugüne kadar hiç düşünmemiş olan ekonomistlere duyurulur. Daha önce düşünene kendileri olmadığı için çok dövüneceklerdir eminim...
             
Hazır haberlere değinmişken, bir diğer psikolojimizi olumlu etkileyecek habere ilişti gözüm; müzik öğretmeni Sağlık Bakanlığı'na genel müdür olmuş. Ne kadar yerinde bir karar... Tıp doktorlarını da müzik okullarına gönderelim demeyeceğim.
             
Bu müjdeli haberlere pek yakışmayacak ama bir de camide imamın Suriyeli kadınla basıldığı haberi ilişti gözüme. Gezi olaylarında camide içki içildi diyerek ortalığı velveleye verenler geliverdi aklıma... İçilmedi diyen imamın tayini çıkmıştı hani... Günün diğer başlıklarına değin(e)meyeceğim. Aklımızı bu kadar zorlamak yeter. Tam da psikolojimiz üzerinde olumlu gelişmeler olurken (!)...
              
Saray ve efradı ile vatandaşların yaşamları arasındaki uçurum giderek derinleşiyor. Bir an önce toplumun gerçek nabzını tutan/yansıtan toplumla bütünleşik/barışık bir yönetim anlayışı ve kadrosuna ihtiyacı var ülkemizin. Bu giderek daha belirginleşen kopukluk halinden çıkabilmemiz için muhalefet reflekslerinin hem toplumda hem de siyasette güçlenmesi gerekiyor.
              
İyi de herkes susuyorken bunu nasıl başaracağız dediğinizi duyar gibi oluyorum. Yazarak, anlatarak olmuyor; belki de yeni bir şarkı bestelenmeli; hepimizi coşturup uyku halimizden çıkaracak!... Adı  benden olsun: Haydi Kımılda!..