Farkındaysanız İstanbul, ülkemizin gündemine yeniden girdi. Aslında İstanbul öyle kolay kolay gündemden çıkacak yer değildir zaten. Ama düşünülmeli ki bu kez İstanbul'u sahiplenen yıllarca önce uzun süre oranın büyükşehir belediye başkanlığını yapıp şimdi de cumhurbaşkanlığı görevini yürüten Sayın Recep Tayyip Erdoğan'dı.

Biliyorsunuz ya da anımsayınız epey zaman önce Zeytinburnu'ndaki çok katlı binaları yapan sınıf arkadaşına serzenişte bulunarak İstanbul'a yapılan haksızlıktan söz etmişti. O yüksek katların Sultan Ahmet Camii'nin görünümüne olumsuz etki yaptığı söylenerek fazla katların tıraşlanması isteniyordu. Hatta anımsayınız Sayın Cumhurbaşkanımızın arkadaşına yaptığı serzeniş giderek küskünlüğe kadar ilerlemişti. Neyse ki o müteahhit, bir İmam Hatip okulu inşa edip ülkemize armağan ederek durumu bir ölçüde yumuşattı da galiba küslük sona erdi. Eee, işte gördüğümüz gibi her kusurun bir diyeti oluyor demek ki (!)

İstanbul; üniversite eğitimimi orada yapmam nedeniyle benim için ayrı önem taşıyan bir kentimizdir. Bana kalırsa artık oraya kent bile denmemeli. Şimdiki hesaplamalara göre 18 milyon kişilik yerleşimden söz ediliyor; öyle kalır mı dersiniz? Şu "Kanal İstanbul" bir yapılsın bakın o zaman İstanbul'un nüfusu 30 milyona dayanmaz mı? O halde; bu kadar nüfusu barındıran bir yere kent/şehir denilebilir mi? Olsa olsa yeni bir devlet kurulmuş sayılmalı.

Divan edebiyatının büyük şairi Nedim'i nasıl anımsamazsınız? Ne demişti, ta XVIII. yy'ın başlarında?
"Bu şehr-i stanbul ki bi misl ü behadır,
Bir sengine yek pare Acem mülkü fedadır"
O günlerin divan edebiyatının ağdalı ağzıyla yazılmış bu şiirden alınmış iki dizenin günümüz insanlarınca anlaşılabilmesi elbette olası değildir. O halde bakınız, elimizden geldiğince açıklamaya çalışalım, şair ne demiş. "Bu İstanbul şehrinin değeri ölçülemez, bir tek taşı için tüm İran ülkesi feda edilebilir". Bu tanımlamalardan sonra anlayın artık İstanbul'un o günlerin insanları için ne kadar değerli olduğunu.
***
İşte bu İstanbul'a 11 Kasım'da günü birlik bir yolculuk yaptım. Toplum bireylerini iyi düşüncelere yönlendirebilmeyi amaçlayan köklü bir kuruluşun düzenlediği geleneksel bir toplantıda bulunmak üzere grubumuzla Adnan Menderes Havaalanı'ndan sabah saat 08.10'da hareket edecektik ama edemedik. Hiç ummadığımız bir gecikme nedeniyle ancak 09.45'te uçaktaydık. Olsun, biraz gecikme ile de olsa etkinliğe katılabildik.
***
Neyse asıl anlatmak istediklerime geleyim izninizle. Söylediğim üzere bu İstanbul'un benim yaşamımda ayrı yerinin olduğunu geçmişteki bazı yazılarımda da belirttiğimi anımsıyorum. Bu kısa İstanbul yolculuğunun Cumartesi gününde bile neler geçmedi ki içimden? Kolay mıydı; yaşanan belki de ilk aşklar, titreşimleri unutulmayacak heyecanlar, sevinçler, burukluklar ve benzer niceleri?   

Toplantımız bitmişti, etkinliğin yapıldığı Hilton Oteli'nden başladım yürümeye. Ta o üniversite yıllarında da aynı yol üzerinde yürüyüşlerim geldi aklıma. Elmadağ, Divan Oteli, Gezi Parkı derken Taksim Meydanı. Taksim Meydanı dedim ama orada bir şeyler kalmamış eskilerden. Bir kere tramvay yok, Anıt'ın etrafındaki rayların üzerine engeller konulmuş, biraz ileride de İstiklal Caddesi'nin girişinde yapılmakta olan yenileme çalışmalarının kapsamı ve geleceği üzerine açıklayıcı bilgilerin olduğu bir levha bulunuyor. Örneğin; yeşillendirme yapılacak mı türünden sorunun yanıtı verilmekte. Velhasıl ortalık tam tanımıyla şantiye. İşte böylesi bir ortamda anılarımla dolu Cadde-i Kebir'e adımımı attım. Biz Türkler; 1927'den bu yana Cadde-i Kebir demekten vazgeçip İstiklal Caddesi demeye başlamışız. Frenkler ise "Grande Rue de Péra" derlermiş eskiden yani "Pera/Beyoğlu'nun Büyük Sokağı".

Hemşehrimiz Salah Birsel'in "Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu" adlı çok ilginç bir kitabı vardır. Rahmetli yazarımız o güzel kitabında İstiklal Caddesi'ndeki belki de tüm noktaların bire bir konumlarını ve özelliklerini anlatmaktadır. Elbette o anlatım günlerinden bu yana geçen günler; çok değişiklikler getirmiş olmalı ki benim oralarda yaşadığım zamanlarda bile birçok yeri bulmakta ya da değerlendirmekte zorluk çekmiştim. Örneğin bir "Nisuaz", bir "Orozdibak", bir Tokatlıyan Oteli" 1960'larda pek o kadar bilinen yerler değildi. Hele hele Giovanni Scognamillo'nun "Bir Levanten'in Beyoğlu Anıları" adlı kitabında bahsettiklerini/yaşadıklarını sıralamaya niyetlenirseniz donup kalır; zaman denen kavramın bir bölgeyi bu denli değiştirebileceğine inanamazsınız.

Şimdilerde ise o gün neler yaşayıp izlediklerimi kısaca anlatayım sizlere. Gördüğüm kadarıyla İstanbul, olmuş bir "Babil Kulesi". Ne demektir bu? Anlatayım, o Taksim Meydan'ından Tünel'e kadar uzayan yoldaki insan selinde belki yetmiş iki çeşit milletten örnekler var. İnanın, konuşmalara kulak verirseniz bana hak vereceksiniz, üstelik ten renkleri ve giysi farklılıkları da bu düşüncemi doğrulayacaktır.
Akşama İzmir'e döneceğimize göre toplantımızdan sonraya kalan zamanımızı olabildiğince doluca değerlendirmek zorundaydık. Tünel'e giderken solda Nuruziya Sokağı'ndaki (Eskiden Polonya Sokağı) lokalimizde altı kardeşimizle ufak bir İstanbul sofrası kurup rakılarımızı yudumladık. Bulunduğumuz yerde İstanbul'un tüm güzellikleri gözümüzün önündeydi. Hele ki güneşin batışını izlemenin hazzı İstanbul yolculuğunun tüm yorgunluğunu bitirmeye yetiyordu. Fazlasını anlatmayayım, giderek duygusal olup sonrasını getiremeyebilirim, hoş görünüz.
Esenlikle kalınız...