Geçmişte kaldı ama, sonuçta yaşamış olduk. Dokuz günlük bayram tatilinden yararlanıp İstanbul'a gittik ve geldik. İstanbul;  benim üniversite yıllarımda ve sonrasında bir süre yaşadığım kenttir. Daha sonraları her gidişimde belki de gençlik yıllarımın verdiği heyecanları bulamamış olmaktan kaynaklanan bir düş kırıklığını yaşadığımı söylemeliyim.
İstanbul, devasa İstanbul. Kendimce soruyorum, bir sarmalın sonsuzluğa uzanan ucu gibi daha ne kadar büyüyecek? Daha ne kadar büyüyecek ve benim bildiğim İstanbul olmaktan çıkacak? Sanıyorum bu soru yalnızca benim sorunum değil.

Bu nedenlere bağlı olarak düşünce yapımızdaki farklılıklara karşın Sn. Cumhurbaşkanımız R. T. Erdoğan kısa bir zaman önce neler söylemişti? Aklımda kalanları yazayım, isterseniz: "İstanbul'un güzelliğine çok yanlışlar yaptık, ucube inşaatlar yaptık". İki ya da üç sene önce de daha Başbakan iken Zeytinburnu ilçesindeki üç tane gökdelen için neler söylemişti hatırlayalım mı? "Sahibiyle konuştum, tıraşlayın dedim, beni dinlemediler, çok kırıldım".

Gazetemizde bu yılın Nisan ayında yayımlanan bir yazımda da o günlerdeki Başbakanımız Sn. Davutoğlu'nun İstanbul'daki  bir mimarlık panelindeki konuşmasından bahsetmiştim. O toplantıda Sn. Davutoğlu'nun sözlerinden aklımda kalanları yazayım sizlere. "Başta Çevre ve Şehircilik Bakanımız olmak üzere tüm bakanlıklara açık ve net talimatımız: Bundan böyle İstanbul'a hançer gibi saplanan hiçbir eser yapılmayacak".

Neylersiniz; talimatlara, yakınmalara hiç aldırılmaksızın İstanbul'u İstanbul olmaktan çıkaran imar doymazlığı, rant hırsızlığı sürüp gidiyor. Hem de ülkenin en üst makamından gelen uyarılara karşın. Gördüğüm kadarıyla uygulamacılar kırılmaya, kırılmalara filan aldırmaksızın bildiklerini okuyorlar.
Ancak; asıl sorumluların yani imar aç gözlülüğü ortamını yaratanların başında devleti yönetenlerin olduğunu akılımızdan çıkaramayız. Eskiler ne demişlerdi: "Ele verir talkını kendi yutar salkımı". Anladığım kadarıyla hesap o hesap.

***

Şimdi de yaptığımız yolculukta yaşadıklarımızdan biraz söz edeyim. Ege Bölgesi'nin seveni olarak bazı güzellikleri şimdiye dek algılayamamış olmayı Balıkesir'e varmadan Akhisar'ın hemen yanı başındaki "Saklı Vadi"yi gördükten sonra anladım. İsmi "Saklı Vadi" ama öyle pek saklı da değil. Bunca yıl gittim geldim; nasıl da görmedim diye açıkçası hayıflandım. Her yönü ile ilginç ve görülmeye eğer bir yer. Üstelik yiyecek, içecek ve servis bakımından örnek alınacak derecede kaliteli.
Bursa'yı geçtik, yollar İstanbul yönüne açık. Akıp gidiyoruz. Uzun bir tünelden sonra Osmangazi Köprüsü görünür oldu. Kaç dakikada geçtik bakmadım ama yolu kısalttığını söylemeye gerek yok sanırım. Üstelik estetik olarak bayağı güzel bir köprü olmuş. Ha; bu köprü birinci derecede gerekli miydi, ona bir şey diyemem.     
Dönüş yolumuzda gene şimdiye kadar hiç uğrayamadığımız "Gölyazı" Köyü'nü görme şansımız oldu. Bursa'dan biraz sonra Ulubat (Apolyont) Gölü göründüğünde sağdan ayrılan yol üzerinden göl kıyısındaki bir yerleşim bölgesi olan Gölyazı Köyü'ne ulaşıyorsunuz. Köy, büyük ölçüde eskiliğini ve doğallığını korumuş. Köy ortasındaki "Ağlayan Çınar" adıyla tanınan devasa çınarımız, bilinmez kaç yıllıktır? Yıkıntı halindeki "Aziz Panteleimon" Kilisesi Bursa Nilüfer Belediyesi tarafından ciddi bir tamir ve restorasyon sonucu ayağa kaldırılmış. Yapılanların iyi niyete bağlı olduğunu ancak restorasyonu yeterli düzeyde bulamadığımı söylemeliyim. Her şeye karşın köy görülmeye değer bir güzellikte. Tatil günlerinde özel araçların köye girişi yasak. Yakın sayılabilecek noktada genişçe bir otopark oluşturulmuş, araçları bırakanlar toplu taşıt araçlarıyla köye ulaştırılıyor.

***

Döndük, İzmir'imize geldik. Sabuncubeli'nden İzmir'e bakınca İstanbul'dan bir farkımızın kalmadığını gördük. O koca koca gökdelenler. Yapılmışları, yapılacakları gördükten sonra kendimce "Eh dedim, yakında bizim burası da gökdelenler kenti olup çıkar, artık geride Kadifekale filan görünür kalır mı bilmem?"
Esenlikle kalınız...
TÜRKÇE İÇİN NOT
Klise değil KİLİSE