Esin Gençel-Başbakan tarafından "Her kürtaj bir Uludere'dir" açıklamasıyla gündeme gelen daha sonra Sağlık Bakanı, TBMM İnsan Hakları Komisyonu Başkanı, Diyanet İşleri Başkanı'nın yaptığı açıklamalarla gündemdeki yerini koruyan kürtaj konusunu İzmir Baro Başkanı Sema Pektaş da eleştirdi. Konuyla ilgili Bayraklı Adliye Sarayı Baro Başkanlığında bir basın açıklaması gerçekleştiren Pektaş, hükümet tarafından 'hak' temelli bakış açısı savunulduğunu söyledi. İnanç temelli bakış açısı ile kürtajın kamuoyunda tartışılmasını kaygı verice bulduğunu ifade eden Pektaş, "Anayasamızın 2. maddesinde Türkiye Cumhuriyeti'nin niteliği; insan haklarına saygılı, demokratik laik sosyal bir hukuk devleti olarak belirtilmiştir. Dolayısıyla bu konudaki tartışmanın hukukun evrensel ilkeleri çerçevesinde ve hak temelli bir bakış açısıyla ele alınması gerekmektedir" diye konuştu.

'İnanç temelli kürtaj yasağı inanç özgürlüğüne aykırıdır'

Kadınların kürtaj hakkını devletin yasa yoluyla, inanca dönük bir yaklaşımla yasaklamasının hukuk devletinde kabul edilemeyeceğini belirten Pektaş, "Özel yaşamla ilgili alanda, manevi konularda kişilerin bireysel sorumluluğu vardır. Bu konuların, mecburiyetler ve yasaklarla  düzenlenmesi demokratik hukuk devletine niteliğine aykırıdır. Kaldı ki, inanç temelli bir yaklaşımla kürtaj yasağını savunmak aynı zamanda inanç özgürlüğüne aykırı bir yaklaşımdır. Anne karnı dışında yaşayabilmesi mümkün olmayan, anneye bağlı bir doku olan fetusun bir insan gibi değerlendirilmesi yanlıştır" dedi.

Eşit birey hakkı yok sayılıyor


Gündeme getirilen kürtajın yasaklanma tartışmalarının, uluslararası sözleşmeler ve Anayasa ile kabul edilen ve korunan hakları ihlal ettiğini belirten Pektaş, sözlerine şu şekilde devam etti: "Bu tartışmalar ile kadınların bedenlerinin devletin nüfus politikalarının aracı olarak kabul edildiği itiraf edilmekte, kadınların eşit birey olmaktan kaynaklanan hakları yok sayılmakta ve hak temelli bakış açısı yerine inanç temelli bir bakış açısı ile kamuoyunda tartıştırılmaktadır. Bu tartışmanın öznesi olan kadınlar demokratik tepkilerini açıkladıklarında da şiddetle karşı karşıya kalmaktadırlar. Kadınlara yapılan her alandaki  fiziksel ve sözel saldırıların sorumluları hakkında gerekli işlemlerin bir an önce başlatılması gerekmektedir. Hükümeti ve tüm yetkilileri hukuk devleti sorumluğu ile konuşmaya ve işlem yapmaya davet ediyoruz."

TCK, eşin rızasını aramıyor

Ülkemizde 1923-1965 yılları arasında düşük ve kürtjın kesinlikle yasak olduğunada değinen Pektaş, "O yıllarda gebeliği önleyici tedbirler de yasaktı; hatta çocuk yapmaya mani fiil ve hareketlerin işlenmesi için propaganda yapılması da eski TCK'da suç olarak düzenlenmişti. Çok çocuğa ödül verilmekteydi. Bütün bu uygulamalar kadının birey olarak değerlendirilmediği, kadın bedeninin ülkenin nüfus politikasının aracı olarak kabul edildiği dönemlerin uygulamalarıdır. Oysa dünya değişti, Türkiye değişti, anayasalar değişti ve Uluslararası sözleşmelerle haklar tanımlandı. Hakların korunması, geliştirilmesi devletlere yükümlülük olarak verildi. Bu gelişmelere paralel olarak 2004'de kabul edilen ve 2005 yılında yürürlüğe giren TCK'ya göre gebelik süresi 10 haftadan az olan kadının gebeliğinin, yetkili kişilerce kendi rızası ile sonlandırması halinde suç oluşmayacaktır. Tıbbi zorunluluk halinde 10 hafta sınırı yoktur ve tecavüz mağduru kadınlar yönünden ise sınır 20 haftadır. Sonuç olarak TCK da gebeliğin yasal olarak sonlandırılmasında diğer şartlarla birlikte sadece kadının rızası yeterli olmakta eşin rızası aranmamaktadır. Ancak, Türkiye'de  gebeliğin sonlandırılması konusunda kadınlara yasalarla tanınan haklarda zamanla olumlu gelişmeler olmasına karşın yasaların etkin olarak uygulanması her zaman mümkün olmamıştır" şeklinde konuştu.