Toplumsal yapıya da girmesi, eğitim seviyesinin artmasıyla, çalışma hayatında kadının daha fazla yer almasını sağlamakla birlikte halen dünyada istenilen düzeye geldiğini söyleyemeyiz. Batıda cinsiyet kavramı “seks” sözcüğü ile ifade edilirken bunun biyolojik bir ayrım olduğu ve sonunda toplumun kadının rolünü biyolojik farklılığına dayandırarak, kısıtlanacak görüşünden yola çıkarız. Ann Oakley 1972 yılında “Sex gender and society” isimli kitabında “gender” (cinsiyet) kavramını sosyolojiye kazandırmış ve bu kavram kadın ile erkeği biyolojik farklılığına dayalı ayırmak yerine, toplumsal olarak birbirinden farksız bölünmesini ifade etmişti. Kadınların eşit ücretten, eğitime, uğradığı haksızlıkları, aile içinde şiddetin ilk adresi olması bir rastlantı değildir elbet.  Doğdukları coğrafya, yaşadıkları coğrafya kaderleri oluyor. Yıllardır “8 Mart Dünya kadınlar günü” için kutlama yazım yok. Ülkemizde cumhuriyetin kuruluşundan günümüze gelen haberlerde kadın sadece istatistiklerde, tablolardaymış gibi kutlama yapmak içime sinmiyor.  

*

Biliyorum ki kadın tanrının can verdiği en muhteşem varlık. Ben kadınlara inanıyorum, güveniyorum. Onlar gökyüzünden serpilmiş yıldızlar, kimisi küçük kimisi büyük ama hepsi pırıl pırıl parlıyorlar. Yeter ki başımızı kaldırıp bakalım ve görelim. İşte bunlardan biri.1789 yılında İrlanda’da bir kız bebek dünyaya gelir adını Magareth Ann koyarlar. Başarıyla liseyi bitirir. Margareth Ann Bucley’in olmak istediği tek meslek doktorluktur. Ama o zaman hekimlik sadece erkek işi olarak kabul edilmektedir. Kadınların tıp fakültesi ’ne girmesi mümkün değildir. Kafasına koyduğunu yapan, hekimliği amaçlayan Margaret kendisini tanıyan başaracağına inanan yakın aile dostları doktor Edward Fryer ve avukat Daniel Rear’dan bu iş için gerekli tüm evrakları, tavsiye mektuplarını alır, her şeyi hazırlarlar. 30 Kasım 1809’da evinden ayrılır, dayısının adı James Barry’i alır, bir erkek kimliğiyle tıp fakültesi’ne başvurur ve kabul edilir.  Okulda çalışkanlığı ve azmi ile dikkat çekse de kısa boyu, ergenliğe ulaşmamış bir erkek çocuğu görünümü ile ince sesiyle hekimlik yapacak olgunlukta olmadığı görüşüyle bazı hocaların onay vermek istememelerini aşarak 1813’te İngiltere’de cerrahların yeterlik belgesi sayılan “Royal College of Surgeons” diplomasını alarak göreve başlar. 1816’da Güney Afrika Cape Town’a gider. Güney Afrika’nın ilk sezaryen doğumunu, dünyada anne ile bebeğin sağ kaldığı ilk birkaç doğumdan birini yapar. İngiliz ordusunda doktor olarak gelinebilecek tüm mevkilere gelir, “Askeri hastanelerin yöneticisi“ unvanını da alır, emekli olur. Ölmeden önce üzerindeki giysileri ile olduğu gibi defnedilmesini kesinlikle soyulmamasını vasiyet eder. Ancak 1865 yılında evinde ölür, aynı zamanda bir ebe olan yanındaki hizmetli cenazeye hazırlamak için soyunca doktorun kadın olduğunu gün yüzüne çıkarır, hedefine kilitlenmiş bir kadını. Ama hayattaki amacını gerçekleştirebilmek için kimliğini ve kişiliğini feda eden bir insanı. Eğer kadın isterse her şeyi başarabilir…

*
Günümüzde, dünyanın birçok ülkesinde kadınlar bilimde, siyasette, pek çok konuda ön planda. Birçok ülkede şu anda başbakan, cumhurbaşkanları kadın. Bizde ise ne yazıktır ki arka plana itilmesi için ne mümkünse yapılıyor, kadını ve haklarını koruyan “İstanbul Sözleşmesi”nden çıkılmaya çalışılıyor, maalesef kadın cinayetlerinde dünyada önde gidiyoruz. Ülkemizde kadının, Cumhuriyet ve Atatürk sayesinde kazandığı haklarını göz ardı ediyoruz. Tüm dünya, hatta İran, Suudi Arabistan bile kadın haklarında ileri giderken, biz geriye gitmeye çalışıyoruz. Niye?