Fransa'nın dünya sinemasına kazandırdığı önemli isimlerden François Truffaut, bir başka önemli sinemacı Alfred Hitchcock'la gerçekleştirdiği röportajında, 'Aşktan da Üstün'ün en sevdiği Hitchcock filmi olduğunu belirtmiş ve filmi 'Hitchcock'un özünün özü' sözleriyle tanımlamıştı. Bugünlerde çıkan ve ismini ünlü yönetmenin söz konusu filminden alan 'Aşktan da Üstün 50 Film' kitabı da sinema sanatının özünün özünü yansıtma iddiasını taşıyor.

Malum, 'ölmeden önce mutlaka görmeniz gereken şu kadar film' gibi listeler son yıllarda epey popüler. Fakat çoğunlukla yurtdışı kaynaklı bu listelerin Türkiye'deki eleştirmenler ya da sinemaseverler tarafından yapılması nadir rastlanan bir durum (Atilla Dorsay'ın sinemanın 100. yılı vesilesiyle kaleme aldığı '100 Yılın 100 Filmi', '100 Yılın 100 Yönetmeni' ve '100 Yılın 150 Oyuncusu' kitapları aklımıza geliyor).

Kırmızı Kedi yayınlarından çıkan 'Aşktan da Üstün 50 Film', 2009'dan beri www.arkapencere.com adresinden yayın yapan sinema eleştirmenlerinin bir seçkisinden oluşuyor. 1930'da çekilmiş 'Mavi Melek'ten 2003 yapımı 'İhtiyar Delikanlı'ya uzanan geniş tarihte başyapıt düzeyindeki 50 film anlatılıyor. Cem Altınsaray, Tunca Arslan, Kemal Ekin Aysel, Murat Özer, Burçin S. Yalçın ve Burak Göral'ın farklı üslubundan bir yandan filmlerin, yönetmenlerin ve oyuncuların hikayelerini okurken, yedinci sanatın gücü tekrar tekrar fark ediliyor.

Türkiye'de eleştirmenlerle izleyiciler arasına duvar ören bir anlayışı hesaba katarsak, 'Eleştirmenler beğendiyse o film bana uymaz' şeklinde düşünülebilir. Kitabın yazarlarından Tunca Arslan şöyle cevap veriyor; 'Köşelerini bazı yönetmenler ve filmleri ile seyircilerin ve eleştirmenlerin oluşturduğu öyle sağlam üçgenler var ki, bu tür düşünceleri tuzla buz ediyor.' Charlie Chaplin'i, Akira Kurosawa'yı, Sergey Eisenstein'ı, Federico Fellini'yi, Yılmaz Güney'i örnek gösteriyor Arslan. Kitapta anlatılan filmlerin eğlenceli hikayeleri arasında dolaşırken, yedinci sanat hakkında başka önyargılara sahip olduğunuzu da görüyorsunuz. Birkaç hikayeyi burada aktaralım istedik...

Çektiği filmi anlamayan yönetmen

Howard Hawks'ın 1946'da, Raymond Chandler polisiyesinden uyarladığı 'Birleşen Kalpler' (The Big Sleep), sinema tarihinde belki de entrikası en karmaşık filmdir. Öyle ki, çekimler sırasında hem yönetmen Hawks hem de aralarında William Faulkner'ın da bulunduğu senaristler şoför Owen Taylor'ın ölümünün içinden çıkamazlar. Bizzat romanın yazarı Chandler'a sorar, 'Kahretsin ben de bilmiyorum' yanıtını alırlar. Filmin ilginç özelliği her izlenişte entrikanın biraz daha anlaşılmasıdır. Filmde adları sık sık geçen şoför Taylor'ı ve kaçak Sean Regan'ı ölü ya da diri hiç görmeyiz.

Fonda dürüstlük timsali

Efsane oyuncu Henry Fonda, hep 'iyi' karakterlerde görünerek ABD'de dürüstlük timsaline dönüşmüştür. Sergio Leone ise 'Batıda Kan Var'da (Once Upon A Time In The West), ona kötü adamı oynatmak gibi çılgın bir fikre sahiptir. Fonda bu fikre hiç de sıcak bakmaz. Bunun üzerine Leone uçağa atlayıp soluğu ABD'de alır. 'Şunu kafanda canlandırsana' der Fonda'ya; 'Kamera kaçmakta olan bir çocuğu elindeki silahla vuran bir adamı gösteriyor. Kamera adamın yüzüne dönüyor. O da ne? Bu, Henry Fonda.' Leone bu sözlerle Fonda'yı ayartmayı başarır. Ortaya çıkan filmde 'iyi'ler ve 'kötü'ler keskin çizgilerle ayrılır. Fakat kimse kendisini 'kötüler'le olduğu gibi 'iyiler'le de özdeşleştiremez. Zira Leone hepsine sağlam bir hayata tutunma nedeni vermiştir.

Düzenbaz bilardocu

Robert Rossen'in Paul Newman'lı filmi, 'Bilardocu' (The Hustler), zamanının büyük stüdyo filmlerinden biri olmasına karşın henüz başlarken farklı olduğunu hissettiriyordu. O yıllarda alışkın olunmayan biçimde filmin kahramanı jenerikten önce görünüyordu.134 dakikalık filmin asıl ilginç yanı, salon salon dolaşıp düzenbazlıkla milletin parasını çarpan bilardocunun, kendi ayarında biriyle oynadığı oyunun filmde yaklaşık 25 dakika sürmesidir.

Rolü değişen kiralık katil

Jean Pierre Melville'in 'Kiralık Katil'i (Le Samourai), bir filmin yönetmenden çıktıktan sonra anlamının nasıl değiştiğini gösteriyor. Yönetmen, Alain Delon'un başrolünde oynadığı filmin şizofren bir kiralık katili anlattığını söyler. Fakat izleyici için durum farklıdır. Onlar için filmin katili şizofrenisiyle değil, şimdiki 'cool' tanımına uyacak, yalnızlığından kaynaklanan melankolisiyle dikkat çeken, hayranlık uyandıracak biridir.

Rusların ve John Wayne'in beğenmediği film


Michael Cimino'nun 1978 yapımı 'Avcı'sı (The Deer Hunter) Berlin Film Festivali'nde gösterildiğinde, Sovyet delegasyonu Vietnamlı karakterleri beğenmez ve protesto etmek için filmin yarısında salonu terk eder. İdeolojileri göz önüne alınırsa normal bulunabilecek bir biçimde, Kübalı, Doğu Alman, Bulgar, Polonyalı ve Çek izleyiciler de yoldaşlarının peşinden salondan ayrılır. Bu manzaraya bakıp, salondaki pek çok kişi gibi siz de filmin ABD propagandası yaptığını düşünebilirsiniz. Fakat öyle değil... Birkaç ay sonraki Oscar törenine gidelim. En İyi Film ödülünü vermek üzere sahneye John Wayne gelir. Kendisi Vietnam Savaşı'nı, Nixon'u, 'Cadı Avı'nı hararetle savunan, Amerikan idealizminin bayraktarlığını yapan biridir. Elindeki zarfı açınca yüzünün asıldığını hayal edebilirsiniz. Zira hiç sevmediği 'Avcı', hiç ihtimal vermemesine karşın En İyi Film seçilmiştir. Filmde, kahramanlarımızın geyik avına çıkılan bir sahnede Michael, grubun zayıf halkası Stan'e atfen şöyle demektedir; 'Tek yaptığı elindeki aptal silahla ortalıkta John Wayne gibi dolanmak.'