Paul Auster'ın iki yüz sayfalık kitabı "Kış Günlüğü", onun yaşam öyküsünü anlatıyor. Fakat basit bir anı kitabı olmaktan öte, 64 yaşındaki Auster'ın çocukluğundan itibaren yaşadığı olayların, yaralanmaların, anne ve babasının ölümünün, yaptığı seyahatlerin, okulunun, sevdiği kadınların, putlaştırdığı kadınların ve nihayetinde otuz yıllık bir evliliği sürdürdüğü karısının ruh halini nasıl şekillendirdiğinin kurgu düzeyinde anlatıyor. "Kış Günlüğü"ünün önemli bir bölümü, Auster'ın hayatının farklı evrelerinde yaşadığı evlere ayırmış. Auster'ın hem kişisel, hem de yazarlık serüvenin ipuçları veriliyor kitapta.

Auster, bütün kitap boyunca kendinden ikinci şahıs gibi bahsediyor. Böylece kendiyle arasına mesafe koyuyor. Auster'ın travmalarından biri annesi. Ayrılmış bir ailenin çocuğu olarak anneye daha bağlı bir portre çiziyor. Auster, Sigmund Freud'un "ayna evresi"ne de vurgu yaparak kendine, "Her şeyin ötesinde ve üzerinde belirtmek gerekir ki, bebekliğinde ve çocukluğunun ilk yıllarında, annen çok coşkulu ve çocuğuna düşkündü. Bugün sende iyi olan ne varsa, bir gücün varsa, kendinin kim olduğunu anlayamadığın o dönemden kalmadır" diyor.

Üç evlilik yapmış, üvey babalarından annesini mutlu edenleri sevmiş, annesinin ölümü üzerine panik atak hastalığına tutulmuş olan Auster, sadece romanlarıyla değil, filmleriyle de bir popülerlik oluşturmuş. Auster'ın ergenliği, ergenlikten cinselliğie geçişi, bir dönem Paris'te fahişelerle yaşadığı gecelik ilişkiler, hatta onlardan birine bir gecede aşık olmasını itiraf etmesini öğrenince kadın hayranları neler düşünürler acaba? Ama aynı insanın, karısını tarif ederken ki romantikliği bütün bunları temize çekecek kadar şık: "Ellerin karının çıplak teninde yukarıdan aşağıya kaydı ve onun her yanına uzandı. Ellerin en çok oralarda mutlu, onu tanıdığın günden beri hep oralarda mutlu olduklarını hissediyorsun. Çünkü George Oppen'in şiirlerinden bir dizeyle yorumlarsak, dünyadaki en güzel yerlerden bazıları karının vücudunda."

Auster'ın bu kitabı yazmaktaki amacıysa, kitabındaki şu satırlarda gizli: "Aksırmak ve gülmek, esnemek ve ağlamak, geğirmek ve öksürmek, kulaklarını kaşımak, gözlerini ovuşturmak, burnunu hınkırmak, boğazını temizlemek, dudaklarını ısırmak, dilini alt dişlerinin arkasında gezdirmek, parmaklarını saçlarının içinden geçirmek... Bu şeyleri kaç kez yaptın? Kaç kez taşa çarpmış ayak parmağı, kaç kez ezilmiş parmak, kaç kez bir yerlere çarpmış kafa? Kaç kez tökezleme, kayma, düşme? Kaç kez göz kırpma? Kaç adım? Elinde kalemle geçirilmiş kaç saat? Kaç kez öpmek ve öpülmek? Bebeğini kollarının arasında tutuyorsun... Karını kollarının arasında tutuyorsun... Yataktan kalkıp pencereye giderken soğuk yer döşemesine çıplak ayaklarınla basıyorsun... 64 yaşındasın. Dışarıda hava gri, neredeyse beyaz, görünürde güneş yok. Kendine soruyorsun: Daha kaç sabah kaldı?"

Kitaptan...

Bazı anlar sana öylesine yabancı, öylesine olanaksız, öylesine akıl almaz geliyor ki, hatırladığın o olayları yaşayan kişinin sen olduğu gerçeğini kabullenmekte zorlanıyorsun. Örneğin on yedi yaşındayken (annenin son on bir yıldır İtalya'da yaşan kız kardeşini ziyaret etmek için) yaptığın ilk yurtdışı gezinin sonunda Milano'dan New York'a uçarken, on sekiz-on dokuz yaşlarında çok güzel, çok zeki bir kızın yanında oturuyordun; bir saat kadar sohbet ettikten sonra yolculuğun geri kalanını diğer yolcuların gözü önünde hiç utanıp sıkılmadan, şehvetle kendini kaybedip kızla öpüşerek, tutkuyla kucaklaşarak geçirdin. Böyle bir şeyin olması olanaksız gibi görünüyor ama oldu. Daha da tuhafı, ertesi yıl Atlas Okyanusu'nu öğrenci gemisiyle geçerek başladığın Avrupa gezisinde, İrlanda'nın Shannon Havalimanın'nda uçağa bindin ve kendini yine güzel bir kızın yanındaki koltukta buldun. Bir saat kadar kitaplardan, üniversitelerden, yaz serüvenlerinden ciddi ciddi söz ettikten sonra yne sarmaş dolaş oldunuz ve öylesine ateşli bir biçimde oynaşmaya başladınız ki bir süre sonra üstünüzü battaniyeyle örttünüz; battaniyenin altında kızın ellenmedik yerini bırakmadın, elini eteğinden içeri soktun, ortalık yerde düzüşmenin yasak alanına girmekten ancak irade zoruyla kaçabildiniz. Böyle bir şey nasıl olabilirdi? Gençlikteki cinsel enerji, karşı cinsten birinin sadece yakınınızda olmasıyla seks dürtüsü uyandıracak kadar güçlü müdür? Bugün böyle bir şeyi asla yapamazsın, bunu aklından geçirmeye bile cüret edemezsin, ama yine aynı noktaya geliyoruz, artık genç değilsin. (Vatan kitap)