Everest İlk Roman Ödülü, bu yıl yedinci yaşına bastı. Edebiyatın hiçbir dalında kitabı yayımlanmamış yazarlara sunulan bir olanak bu. Başından beri içinde yer aldığım bu yarışmada gözlemlediğim, katılan dosyaların yıldan yıla niteliğindeki artış oldu.
Ercüment Cengiz'in şaşırtıcı romanı Gırnatacı, 2012 yılı yarışmasına damgasını vurdu. Çalışkan, sabırlı, titiz ve bir o kadar da romancı kumaşı olan bir yazar var karşımızda. Romanı bitirdiğimde Ahmet Cemal'in 'Lanetlenmiş Ağustosböcekleri' yapıtındaki 'Yazarak Var Olmak' başlıklı denemesinden şu tümceleri anımsadım: 'Bir hayat hiç yaşanmadığı gibi anlatılabilir. Nasıl yaşananlar da hiçbir zaman yaşandığı gibi anlatılamıyorsa.' Cengiz'in romanı 1893-1955 yıllarını kapsayan 62 yıllık bir dönemi ele alırken, tarihten ve yaşananlardan yola çıksa da tarihi bir roman değil. Yaşanmışlıkla örtüşen, gerçek kişilere ve belgelere dayanan bir yanı var ama kurgunun potasında ustalıkla eritilerek, yavan bir bilgi aktarımının ötesinde gerçek bir romana dönüşüyor.
Müzik eşliğinde sinemasal dil 
Sinemasal bir dili var Gırnatacı'nın. Üstelik görüntüye müzik de eşlik ediyor. Romanın güçlü ayaklarından birini oluşturuyor müzik. Yazar bunu dile getirmekle kalmayıp sese de dönüştürüyor. Okurken bir gırnatanın hüzünlü nağmelerini duyuyorsunuz. Roman 1955 yılında Chicago'da caz müziği yapılan bir kulüpte açılıyor. Son derece güzel ve çekici bir kadın olan Natalie Koçeryan'ın etkilendiği, büyülenmişçesine dinlediği bir müzisyene odaklanıyoruz. Bu, 1893 yılında Chicago'ya hasbelkader gelmiş ve bir daha ülkesine dönmemiş Gırnatacı Osman Efendi, nam-ı diğer Üç Kulak Osman'dan başkası değil. Sevdiği kadına tutkuyla bağlı Osman, ne olduğunu anlamadan savrulduğu okyanus ötesi bu ülkede altı aylık bir ayrılığa nasıl katlanacağını düşünürken, gırnatası onu dönüşü olmayan bir yola sokacaktır. Müzik aşkı, ülkesinde tek başına bıraktığı annesi ve taparcasına sevdiği Milene'sinin karşısına yuva yıkan değil, bir yaşamı altüst eden 'femmefatale' bir kadın gibi çıkacaktır. 
Hikaye, 60 yıllık bir zaman diliminde gezinirken Osman'la Kevork'un çocukluk arkadaşlığından kan kardeşliğine, Küplü meyhaneden sabahlara kadar içilen İstanbul akşamlarına uzanırken dönemin yaşamından renkli kareler sunuyor yazar. 1915 tehcirinin böyle bir romanda yer almaması düşünülemez. Yazar geniş zamanlı kurgusunun içine bunu yerleştirirken Ermeni sorununu ne amaç edinmiş ne de araç... Romandaki karakterlerin bir gerçeği olarak çıkıyor karşımıza. Cengiz, Ermeni sorununu popülist yaklaşımların dışında tutup soğukkanlı bir duruşla ele alırken, moda konulara kapılmaktan da koruyor kendini. Tarafsız bir bakışla, meselenin odağına insanı oturtarak ele alıyor konuyu ve sesini yükseltmeden de söylemek istediğini söylüyor. Daha doğrusu yazar olarak hiçbir şeye karışmıyor, araya girmiyor, karakterlerini özgür bırakıyor. Onlar kendi gerçeklerini anlatıyor bize.