19 Mayıs Atatürk'ü Anma Gençlik ve Spor Bayramı'nda ellerimizde şanlı al bayraklarımız, yüreğimizde bağımsızlık ateşiyle milyonlarca insanımız, belediyelerimizin öncülüğünde Cumhuriyet için omuz omuza yürüyecek, tabii ki biz de…
Sakın siz de yerinizi almayı unutmayın…
Bugün birçok şehrimizde etkinlikler de olacak, yarın öbür gün de devam edecek…
Umarım bunlara da katılımınız olur…
 
Mutluluk elinizde
 
'Ben hep mutluyum?' diyen Servet Oğuz, 'Neden biliyor musunuz?' diyerek anlatmayı sürdürüyor:
'Çünkü hiç kimseden bir şey beklemiyorum!'
Bu cümlenin nedenini de şöyle açıklıyor:
'Beklenti her zaman zarar verir!'
'Beklentiyi' bilmiyorum ama 'bekleme' ile 'bekletilmenin' insanı ne kadar yorduğunu ve sıkıntıya soktuğunu, terlettiğini, sinirlendirdiğini, umudunu kırdığını bilenlerdenim…
'Hayat kısa! Bu yüzden hayatını sev ve mutlu ol!' önerisinde bulunan Servet Oğuz devam ediyor:
'Gülümsemeyi sakın bırakma!'
'Kendin için yaşa ve konuşmadan önce dinle!'
'Yazmadan önce düşün!'
'Harcamadan önce kazan!'
'Dua etmeden önce inan!'
'Vazgeçmeden önce dene!'
'Nefret etmeden önce sev!'
'Ölmeden önce yaşa!'
Bu öğütlerin bir kısmını kabul ediyor, bir kısmının ise 'tuzak' olduğunu düşünüyorum.
Neden mi?
Tecrübe ile sabit, tıpben ev hukuken kesinlik sağlamış bazı olaylar var ki, bunlar 'Bir kereden bir şey olmaz' ya da 'Bir kere dene!' gibi kötü alışkanlıklara zemin hazırlar…
İçki gibi, kumar gibi…
Başka örnekleri de var…
Bunları emniyet de dosya halinde açıklar, tecrübeli kişiler de…
Ama yazılanlar gayet iyi niyetle ele alınmış ve öneri haline gelmiş…

Zekadan daha yüksekte
 
Anladığım kadarıyla Servet Oğuz okumaya ve yazmayı sevenlerden…
Özlü sözleri de takip ediyor!
'Karakter zekâdan daha yüksek bir yerdedir!' diyenlerden…
Duymuşsunuzdur;
Daha önce de yazmıştık!
Belirteceğim üç sözcüğü unutmayın;
Birincisi 'insanlık!', ikincisi 'sağlık!', üçüncüsü ise 'mutluluk!'
Bunları hiçbir zaman, ihtiyacınız olduğunda bile, paranız servetiniz olsa da alamazsınız…
Bu yüzden bunlara sıkı değil sımsıkı sarılın…
Hayatımızda, özellikle çalışma hayatımızda neyle karşılaştığımızı bir 'ezopvari' hikâye ile anlatayım:
'Tilkiye cesaretini ispat et!' demişler, gitmiş yavrusunu yemiş…
Bazıları cesur olmayı sevdiklerini harcamak, sanıyorlar…
Bundan güzel ve kısa anlatım olabilir mi?
İşin özeti şu:
Anlaşılmak gibi bir derdimiz vardı,
Ne zaman ki, kendimizi anlatamadığımızı fark ettik, işte o vakit 'susuşlar' dostumuz oldu…