Bir arkadaşım İstanbul'un saraylarını biraz daha yakından tanımak ve turist kalabalıkları arasında boğulmadan incelemek istemişti. Bunun için genellikle olağan turistin pek ilgilenmediği bir sarayı seçti: Aynalı Kavak Sarayı.
Okuduğu kitapta burası bir saray olarak niteleniyordu. Oysa ziyarete gittiğinde ad olarak Aynalı Kavak Kasrı'nı görünce düş kırıklığına uğradı. Haliç'te Osmanlı Donanmasının denetlenmesi ve donanma denize açıldığında ya da büyük bir zaferle döndüğünde yapılacak törenlerde gecelemek için Sultan I. Ahmet döneminde, 1600'ların başında inşa edilmişti.
Kimi içindeki Venedik aynalarından kimi de kavakların ayna gibi parlayan yapraklarından bu adı aldığını belirtiyordu. Oysa ilk adı Tersane Hasbahçesi Sarayı idi.
Önce birçok eklentiler, sonra da yıkımlar, yangınlar derken, çok geniş ve dağınık bir saraydan kala kala geriye sadece bir saray küçüğü, ana kasır, Has Oda Köşkü kaldı.
Birçok padişah için av köşkü oldu. Bazı padişahlar şehzadelerin sünnet düğünlerini yaptı. Ancak burayı en çok III. Selim (1789-1808) çok sevmişti. İç mimari yeniden ele alındı, iç görkemi artırıldı. Aynalar, halılar, Fransız konsolları, İsveç sobaları...


Kendisi de Mevlevi olduğu için Mevlevi dedeleri, şeyhler ve konukları ile burada keyifli günler geceler geçirdi. Meyler çalınır, kasideler okunurdu. III. Selim bir odada bazen sedirine uzanır besteler yapardı. Duvarlar Şeyh Galib'in III. Selim'i öven altın varak kasideleri ile bezeli.
1984'te Sultan II. Abdülhamid'in (1876-1909) torunlarından olan Gevheri Osmanoğlu ve varisleri, saz, nota ve taş plaktan oluşan koleksiyonlarını bağışladılar. Aynalıkavak Kasrı şimdi ayrıca bir Musiki Müzesi görevi yapıyor.
Ancak bizi asıl ilgilendiren kısmı tarihi ayrıntılar değil...
Arkadaşım bu güzellikleri incelerken o zamana kadar hiç görmediği, mermere benzer duvar süslemeleri gördü. Rehbere sordu. Rehber 'Bunlar mermer değil çok özel bir sıva. Adına 'Şutuka' deniyor' dedi.
Küçük olmasına rağmen etkileyici idi. Başta Musiki Müzesi'ne dönüştürülüp öneminin azaltıldığını düşünmüştü. Oysa bodrum katlarında sergilenen eski Osmanlı çalgı aletleri fevkalade iyi korunmuş ve her biri eşsiz parçalardı.
Ayrılırken  'Burayı gezdiğime değdi. Küçük ama etkileyici...' diye düşünürken aklı 'Şutuka'ya takıldı. Bu kelimeyi duymamıştı. Başladı araştırmaya...
Araştırma kolay oldu. Rehberin 'Şutuka' dediği Türkçe söylenmesi zor olan 'Ştuka' idi ve İtalyanca kaynak kelime 'Stucco'nun Türkçeleştirilmiş şekliydi. Türk ustalar 'Ştuka, Stuka, Stük' diyordu ama kendi kelimelerini de yaratmışlardı. Basit anlamı sadece sıva idi. Buradaki anlamı ise içerisine boya, mermer tozu, alçı, çimento konmuş, çok özel, sert ve parlak bir sıvaydı. Bizim ustalarınız bunu daha güzel anlatır şekilde 'Yalancı mermer' kelimesini yarattılar.
Bu araştırma sırasında ise bambaşka bir konu ile karşılaştı.
1997 Ekim'inde Dolmabahçe Sarayı'nı ziyaret eden Catherine Badin adlı bir Fransız kadın etrafı diğer turistlerden başka bir gözle incelemekte idi. Dedesi Dieterle, sarayın dekoratörlerinden Fransız Charles Sechan'ın kalfası idi. Çocukluğu sarayla ilgili hikâyeleri dinleyerek geçmişti. Dedesinin eserlerini görmeye gelmişti.
Saray rehberlerinden Cengiz Göncü bunu öğrenince çok heyecanlandı, daha çok detay istedi. Ancak Catherine Badin uçağını kaçırmak üzere idi. Uçağa yetişmesine yardımcı olan Göncü'ye, Fransa'dan bazı belgeler göndereceğini söyledi.

Bir süre sonra Dolmabahçe Sarayı Müdürlüğü'ne adresli büyük bir zarf geldi. İçinde Sechan'ın yazdığı mektuplar ve fotoğraflar vardı.
Sechan, Dolmabahçe Sarayı'nı yaptıran Sultan Abdülmecid'in resmi davetiyle İstanbul'a gelmişti. İşin ilginç yanı Sechan mektuplarında Türkleri estetik yoksunu ve debdebe düşkünü olarak tanımlıyordu. Saray halkının gösteriş için büyük paraları gözden çıkardığını anlatıyordu. İmparatorluğun iç ve dış borçlarına rağmen, saraydaki müsrifliği vurgulamak için gözden çıkarılan cariyelere ödenen parayı ve bunların bin bir oyunla padişahın bilgisi dışında yaptığı harcamaları da örnek gösteriyordu.

İşte Sechan'ın satırlarından saray ve Türkler:
Büyükelçilikten bir kurye, büyükelçinin sabah saat 07.00'de resmi bir mektup aldığını, buna göre kendisi ile beraber Beşiktaş Sahil Sarayı'na sadrazamın yanına gideceğimi söyledi.
Uzun süren bir nargile ve kahve faslından sonra inşaatı süren sarayı gezdik. Boğaz kıyısınca uzanan, görkemli ama çevreye uymayan bir yapılar bütünü... İçinde ise hemen ana giriş salonundan sonra çıkılan bir merdiven düzeneği var ki, görülmeye değer!
Tuhaf ve inanılması güç bir çelişki var: Türkler sarayda geleneksel mimariden vazgeçip Avrupalı üslubu kendilerince yorumlamış. Bu yaklaşım, mimarların karşı çıkmasına rağmen padişah hazretlerinin fermanı olarak uygulanmış. Bu Türklerin geçiş döneminde yaşadıkları yabanıllığı gösteriyor.
Osmanlı İmparatorluğu'nun mutlak iktidarı altında çalışan bu zavallı mimarlar, düşünüyorum da, ne kadar çelişkili ve mutsuz. Çünkü özgür düşünmeye alışmış bu kişiler, Padişah'ın yanılmazlığına inanmış Müslüman bir Osmanlı sanatçısı gibi baskı ve yönlendirmelerle hareket etmeyi kabul edemezlerdi.
Görünüşe göre, sarayın dekorasyonunda tüm öncelik bana bırakılacak. Keşke sen de burada olup, gördüğüm bu görkemli ama tuhaf şeyleri görebilseydin. Maharet ve bilgini, onların gözlerini kamaştıracak şekilde ortaya koyabilirdin. Şu anda yapman gereken şey, mektubumu aldıktan hemen sonra, atölyemizin bütün imkânlarını Osmanlı İmparatorluğu'nun şeref ve görkemi için seferber etmen.

İşte bütün bu nedenlerden ve en önemlisi de Türk müşterilerimizin, bizim 'ince zevk' dediğimiz şeyden anlamamasından 'Stucco sıva' kullanımından vazgeçmek zorunda kaldım. Onlar daha çok biçim ve şekildeki şatafat ile debdebeden, kullanılan malzemelerdeki zenginlik ve çeşitlilikten hoşlanıyor.
Padişahın yatak odası 14. Louis stilinde, küçük ama gösterişli olarak tasarlanacak. Tabii, bütün mesele, bu hazırladığım ve senin de onaylayacağını umduğum planın, Padişaha sunulmasında izlenecek üslubun nasıl olacağı konusunda.
Sunumumla ilgili şunları söyleyebilirim:
Türkler geometrik dekorasyon tarzından pek hoşlanmıyor. Bu tür bir zevki yetersiz ve sanatsal ifade tarzlarına aykırı görüyor. Onlara daha çok derinlikli yani perspektifli görünümler hitap ediyor. İhmal edildiğinde bizi batıracak bir başka husus da şu: Padişah cırtlak sarıdan hiç hoşlanmıyor, hatta nefret ediyormuş. O yüzden desenlerde altın yıldız taklidi olarak kullandığın açık sarı tonları silip yerlerine kızıl sarı renk vermelisin. Böylece kullanılan döşemelik kumaşların renkleri ile uyum sağlayacak.

Folley'in yaptığı maun ağaç masalar çok kaliteli ve balmumu cilası sürülmüş. Ama Türkler parlak şeylerden hoşlanıyor, o yüzden iyice parlatılmaları gerekti. Adrien, üstlerini vernikleyip parlattı, böylece Türklerin hoşlanacağı bir hal aldı.
Sultan hazretlerinin küçük biraderi Veliaht Abdülaziz Efendi galiba çok sipariş verecek. Her şeyin en iyisini, en kalitelisini istiyor. Köşkü için basit mobilya siparişlerini kabul etmedi.
Köşkünü gezdim. Başharem ağası bana oldukça kabarık bir sipariş listesi sundu. Ama bütün mesele bunu Sultan'a onaylatmakta... Yani anlayacağın, bir yandan Sultan'ın kendi borçları ödenmeye çalışılırken diğer taraftan da kendi ihtişamlarını göstermek için hem kendisi hem de öteki hanedan üyeleri için yeni borç kalemleri çıkarılmaya çalışılıyor. Biz de doğal olarak bu büyük pastadan payımıza düşeni alacağız...

İşte böyle! Araştırırsanız, ilgiden bilgi doğuyor. Bu da bence gençlere en çok aşılanması gereken nitelik!
Ayrıca araştırmalar bazen bilseniz bile yeniden duymaktan hiç hoşlanmayacağınız tarihi gerçekleri de ortaya döküveriyor: Osmanlı İmparatorluğu'nun son döneminde Batı'ya borçlar içinde yüzüyoruz... Ama buna rağmen saray debdebe, şaşaa istiyor...
Ama en çok 'Bu Türkler ince zevkten anlamıyor. İlle de şatafat, gösteriş istiyorlar' sözü beni yutkundurdu...
Ama gerçek değil mi? Bakınız Ankara'ya, hala da devam etmiyor mu?.. Saraylar hep debdebe, şaşaa ister...