Hayriye Erkalkan anımsattı, ‘Dar ayakkabı!’ olayını…

Lafı uzatmadan hemen aktarayım, yani paylaşayım:
‘Nazım Hikmet’e bayram için bir ayakkabı almaya karar verirler.
O zamanlarda şimdiki gibi hazır ayakkabı satan bir mağaza yoktur.
Sadece ayakkabı yapan bir dükkân vardır.
Oraya giderler.
Ayakkabıcı Nazım’ın ayağını bir kartonun üzerine koyar ve iyice basmasını söyler.
Daha sonra kurşun bir kalemle ayağının etrafını çizer.
Bu karton onun ayakkabı numarasıdır.
Günlerce, her çocuk gibi bu ayakkabının hayalini kurar.
Babası ona ayakkabılarının siyah ve bağcıklı olacağını söyler.
Nazım’ın ayakkabıları bayramdan bir gün önce gelir.
Ayakkabılar babasının dediği gibi siyah ve bağcıklıdır.
O gün onları giymez.
Ayakkabılarını yatağının altına koyar ve arada çıkartıp onu inceler.
O gece onu uyku tutmaz.
Sabah evdekiler uyandığında Nazım’ı ayakkabı kutusu kucağında sandalyede otururken bulurlar…
Buradan sonrasını Nazım Hikmet’in ağzından dinlemek sizi daha çok etkileyecektir.’


Evlat sevgisi


O halde Nazım nasıl anlatıyor ona bir bakalım:
‘Ayakkabımı babam giydirdi.
Ayağıma olmamıştı ayakkabılarım.
Dardı ve canımı yakmıştı; ama bunu babama söylemedim.
O ‘Sıkıyor mu?’ diye sordukça ‘Hayır’ yanıtını veriyordum.
‘Dar, ayağımı acıtıyor.’ desem geri gidecekti ayakkabılarım ve ayakkabıcının hemen bir yeni ayakkabı yapması olanaksızdı.
O bayram sabahı canım yana yana yürüdüm.
Bir süre sonra acı dayanılmaz oldu.
Dişimi sıktım.
Yürürken artık topallıyordum.
Soranlara ‘Dizimi vurdum.’ dedim; ama ayakkabılarımın ayağımı sıktığını kimseye söylemedim.


Canımız hep yanar


Doğrusunu isterseniz yaşam da ‘dar ayakkabıyla’ yürümektir.
Kimi zaman dar bir maaş, kimi zaman sevimsiz bir iş.
Kimi zaman bir mekân dar ayakkabı olur bize, kimi zaman bir çevre.
Kimi zaman bir sokak, ya da bir şehir…
Kimi zaman dostluklar, arkadaşlıklar, beraberlikler bir dar ayakkabıya dönüşür.
Kimi zaman zamandır dar ayakkabı, geçmek bilmez.
Kimi zaman zenginlik, kimi zaman başınızı koyduğunuz yastık…
Canınız yanar.
Topallaya topallaya gidersiniz.
Sonradan öğrendim; yaşamın, dar ayakkabıyla yürüyebilme sanatı olduğunu…’


Sakın güvenmeyin


Bir süre önce paylaşmıştım…
Bornova’dan arkadaşım Nüvit Belevi ‘Tam zamanı’ diyerek anımsattığı için tekrar ve özetle yazmaya karar verdim.
Yıl 1918…
Filistinli çeteciler yakalayıp soydukları Türk Yüzbaşının dürbününü ‘işe yaramaz!’ düşüncesi ile kendisine doğru uzatırlar.
Yüzbaşı, ‘Hayır!’ der ve ekler;
‘Uzakları gören bu aleti iyi saklayın!
Bu çöllerde gelecekte bir gün Türk askerinin çarığını bununla arayacaksınız!...’
1'inci Dünya Savaşı'nda İngilizlerle, aldıkları altınların karşılığı, işbirliği yapıp ayaklanan, askerlerimizi taşıyan trenleri bombalayan, Mehmetçiklerimizi arkalarından vuran Filistinlilere sahip çıkan yine biziz…
Ki bunlar, 1991 yılında kendi topraklarında PKK'yı eğitip, ‘Kürdistan kurulmalı’ diyen, Ermeni Soykırımı yalanında da, ‘Türkler soykırım yapmıştır’ diyen bunlar değil mi?
Yine yazmıştım:
Filistin’in önde gelen liderleri, Güney Kıbrıs’ta Rum medyasına ‘Kıbrıs Türkler tarafından işgal altındadır’ demecini vermediler mi?
Nüvit Belevi’nin de anlattığı gibi, Filistinli sözde yöneticiler tüm Araplar gibi bizi hep vurmak için eğitilmişlerdir.
Avrupa son günlerde ‘Arap Gazeteci’nin İsrail Askerleri tarafından öldürülmesini protesto ediyorlar.
Neden?
Söyleyeyim; Hristiyan idi de ondan…
Yani bunlar ‘Haçlı ruhunu’ hep içlerinde besliyorlar.
Ne Araplar ne de Avrupalıları güvenmemeliyiz…
Bunu arada hatırlatmakta yarar var…
Arap hayranları da biraz tarih okusa neler öğrenecekler neler?