"Başkanlık sistemi"nin kurulduğunu yazıyorlar. Başkanlık sistemi katı kuvvetler ayrılığı sistemidir. Türkiye'de uygulanan ise kuvvetler birliği sistemidir. Çok önce  yazmıştık... Türkiye biri sağ, diğeri sol görünümlü birbirine benzer iki parti etrafında toplaştırılarak, başkancı sisteme evriliyor. CHP'nin kökten kopma ve yenileşme adı altındaki değişimini de buradan okumak gerekiyor. Dinci siyaset muhafazakar görüntü altında giderek radikalleşen sağ kanattan beslenirken; etnik  siyaset sola tutunarak palazlandırılıyor. Türk, Türklük söylemleri milliyetçilikle yaftalanıp itelenirken;  kayırılarak öne çıkarılan "Kürt" kimliği üzerinden ve özerklik tartışmalarından dolanarak federatif  devlet kurgusuna yakınlaştırılıyoruz.

Ulus-devlet parlamenter rejim ile var edilmişti. Federal devlet, başkanlık sisteminini taklit ederek diktatoryal bir yöntemle kuruluyor. "Yeni Türkiye" adı altında saray kurmak, saraydan topluma seslenmek,  kabineye başkanlık etmek,.... gibi uygulamalarla rejim adı konulmadan, fiilen dönüştürülüyor. Adlandırma; muhaliflere kalıyor ve böylece "muhalefet" sistemin oluşmasına dolaylı katkı koyan bir kuruma dönüşüyor. (Yazık ki, malumun ilanı olan bu yazı da farklı bir işlev görmüş olmuyor.)

Sandık ve seçime indirgenen ve siyasette yer kapma mücadelesinin adresi olmaktan öteye gidemeyen particilikle  sınırlı siyasal katılma ile geldiğimiz yer, gücün giderek tek kişide toplaşarak sınırlandırılamaz hale getirilişidir. Frensiz güç; sızlanma ve tespitin ötesine gidemeyen, parlamento içine sıkıştırılmış muhalefetin de katkısı ile ilerletiliyor. Tartışmalar, yaratılan bu gücün yerleştiği sarayın konumu, masrafı gibi konularda toplaşırken, sarayın işlevi göz ardı edilmiş oluyor.

Siyaset derslerinde anlatıyoruz; "şef"in hakimiyetinin, toplum üyelerinin kendilerine güveni yitirdiğinde başladığını. Söz konusu olan "şef" görüntüsü ile pazarlanan kişinin kendi gücü değildir aslında... Yönetmeye soyunduğu kitlenin hak ve özgürlükler adına mücadeleden vazgeçmeleri ve itaat etme, boyun eğme kolaycılığını seçerek sorumluluktan kaçarak boşalttıkları alandır gücü yaratan... Yine biliriz ki, "şef"in yeni bir ilke koyması olanağını sağlayan, kamusal yarar kavramının  yerini giderek bencil çıkar mücadelesinin aldığı, iktidarın istikrarının yapay nitelik kazandığı süreçlerdir. Eric Fromm; totaliter rejimin yükselişini, birey psikolojisini tahlil ederek açıklarken; orta sınıfın düşük gelir düzeyinde yer alan kitlenin, güçlü olana hayranlık, bağımlılıktan haz alma, duygusallık, en sade zevkleri bile dışlayan tutucu bir yaşam tarzının dinsel nedenlerle benimsenmesi, küçük işlerle uğraşma, düşmanlık.... gibi ortak özellikleri ile  totaliter rejime  güç verdiklerini söylüyor. Bu rejimden hoşlanmayanların da, ülkedeki ekonomik ve siyasal başıbozukluğun yarattığı inançsızlıkla yeterli direnişi gösteremeyip, zamanla benimsediklerine işaret ediyor. İktidara yerleşen organize bir hareketin, dağıttığı/dağınık tuttuğu kitleleri edilgenleştirici politikalarla var ettiği güce koşulsuz itaati sağlayan etkenleri analiz etmiş Fromm. Totaliter rejimin, güç ve tahakküm için yanıp tutuşan kararlı ve etkin bir organizasyonun karşısında çözümsüzlük hissine kapılarak  umutsuzluğa düşen dağınık kitle  ile yükseltilişi yeni bir olgu değil...

Fromm'un yerinde tespiti ile "özgürlükten kaçış" sürecindeyiz. Hukukun yok edilip, keyfiliğin dip yaptığı süreç; adaletsizlik arttıkça normalini yitiren kitlelere siyasetin açmaza girdiği ve alternatifsizlik algısının yerleştirilmesi ile daha kolay yönetilebiliyor.

Tocqueville'in; "Sınırsız güç her durumda tehlikeli ve kötü bir durumdur" tespiti, yalnız kendi yüzyılı ile sınırlı değil. Yüzyıllar devrilse de gücü sınırsız kullanma eğilimleri son bulmuyor, bulmayacak da!...  Çözümü de işaret etmiş Tocqueville; "....özgürlüğe gerçekten bağlı olanlar hükümetin kendi hedeflerini gerçekleştirmesi uğruna kişi haklarının kurban etmesini önlemelidirler..." diyor. Dönüşen sadece hükümet etme biçimi değil, yaşam biçimimizi, kültürümüzü, bizi birlikte tutan değerleri, dün, bugün ve yarınımızı etkileyecek köklü bir dönüşümün içinden geçmekteyiz. Rejim gözümüzün önünde değişiyor, kurumlar, kurallar alaşağı ediliyor, suçlular serbest dolaşırken, suçsuzlar hüküm giyiyor, normal anormalleşirken, anormal normalleşiyor... Hepsi, hepsi gözümüzün önünde yaşanıyor. Sorosçu  anlayışın "açık toplum"u bu. Yönetilenleri kendileri ile kıskıvrak bağlayan bir sistem.

Mizahi bir dille olup bitenleri özetle anlatıp, yazarak ciddiye almakta geciktiğimiz durumun ciddiyetine başka nasıl işaret edilir bilemedim.
Uzun yazıyorsunuz kısa ve net yazın (neyse ki, siz de mizahi bir dille yazın ki gülüp geçelim demiyorlar şimdilik) diyen okurlarıma da yanıt vermiş oluyorum. "Yeni Türkiye" adı altında kurulan yeni rejimi nasıl mizahi bir dille anlatacağımı bilemeyişim benim kusurum. Kara da olsa bir mizah göremeyişim de!... Bildiğim tek şey; Cumhuriyetimizin başkalaşmasını içim kaldırmıyor ve bu  giderek koyulaşan karanlığı sevmiyorum. Giderek ucube bir hal alan rejimden  kaygılanıyorum.