Ali Budak- Gazeteciliği, 'insanların diğer insanların duygularına ortaklık etmelerine bir şekilde aracı olmak' olarak tanımlayan Foto Muhabiri Bülent Tavlı, 'Gazetecilik dediğin şey tüccarlıktır. Gazeteci acı tüccarlığı yapar. İnsanların acılarını diğerlerine pazarlar ki yaşanan kötü şeyler başka yerlerde yaşanmasın' diyor.

Dünyada ve ülkemizde birçok toplumsal olay meydana geliyor. Bazılarına tanık oluyoruz. Bazılarına tanık olamıyoruz. Tanık olamadığımız olaylara ise gazetelerden ve televizyonlardan takip ediyoruz. Peki, insanların gitmeye bile korktuğu yerlerde bu haberler nasıl yapılıyor? Toplumsal olaylar, savaşlar ve çatışmaların gölgesinde mesleğini nasıl icra ediyor? Foto muhabirlerinin insanların her zaman tanık olamayacağı olaylara tanıklık ettiğini ve onları insanlara aktaran olarak tanımlayan Foto Muhabiri Bülent Tavlı, ile mesleğini yaparken karşılaştığı zorluklar ve tanık olduğu olaylar, gazeteciliğe ve gazetecilerin çalışma koşullarına bakış açısını ve Türkiye'de ve dünyada yaşanan olayları konuştuk.

*Öncelikle şu an için işsizlik sorunu ve çalışma koşulları nedeniyle tercih edilmeyen gazetecilik mesleğini tercih etme süreciniz nasıl gelişti?

Mesleğe başlangıcım ortaokul yıllarına kadar uzanıyor. Eskiden Günaydın gazetesi vardı. Günaydın gazetesinde Çoşkun Aral'ın bir röportajını okudum. Aral'ın röportajını okuduktan sonra fotoğraf için ve çatışmaların olduğu sıcak bölgelerdeki haberleri toplayan foto muhabirliği için ciddi bir arzum ve isteğim oluştu. Bunun üzerine süreç ilerledi ve Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde Gazetecilik Bölümü'nü kazandım. Üniversiteye girdikten sonra de herkes gibi üniversiteye girmiş olmanın hiçbir şey olduğunu anladım. Üniversitede verilen eğitimin, meslekle uzakta yakından alakası olmadığını gördüm. Bu işin ancak işin içinde olduğunuzda yapılabileceğini anladıktan sonra üçüncü ya da dördüncü ayımda Yeni Asır gazetesinde gece muhabiri olarak çalışmaya başladım. Bunun hemen arkasından adliye muhabirliği ve polis muhabirliği yaptım.



*İzmir'de mesleğe başladınız ama cesur davranıp mesleğinizi İstanbul'da sürdürmeyi tercih ettiniz. Bu süreci anlatır mısınız?

Eğer siz hedeflerinizi belli bir noktadan sonra yukarıya doğru koyarsanız İzmir size dar ve yetersiz gelmeye başlıyor. Bir aşama kaydedemediğinizi görüyorsunuz. Aynı yerde saydığımı düşünmeye başladığım için İstanbul'a gittim. İstanbul Sabah'ta gazeteciliğe devam ettim. Okula sadece sınavlar için geliyordum. Sınavlara da İstanbul'dan İzmir'e geldiğim sınav gecelerinde otobüste çalışır ve sabah sınava girerdim. Bu durumun bana pek bir zararı olmadı. Yarım dönem okul uzadı.
Kayıp mıdır? Tartışılır.

*İstanbul'un sizi mesleğinizde geliştirdiği muhakkak. Peki, bu süreçte yaşadığınız zorluklar nelerdir?

İstanbul ilk gittiğimde benim için çok zordu. İstanbul'daki gazetecilik sistemi İzmir'e göre daha farklıdır. İstanbul iki farklı kıtada kurulu bir şehir olduğu için ve İzmir'e göre daha fazla nüfusa sahip olduğu için gazeteler büro sistemi ile çalışır. İlk olarak Cağaloğlu büroda çalışmaya başladım. O dönem benim için biraz köyden indim şehire oldu. Yeni duruma şaşırmıştım. İstanbul'un hinterlandı gazetecilik açısından çok geniş ama ev tutana kadar yaklaşık 1,5 ay büroda yattım. Büro, hem evim hem de işyerimdi. İstanbul'a gittiğim zaman ciddi bir açlık hissettim. Çünkü İzmir'de bildiğin sistemin İstanbul'da tamamıyla farklı olduğunu görüyorsun. Sürekli yeni bir şeyler öğrenmek ve yeni bir şeyler elde etmek adına çalıştım. Meslekte hiçbir zaman bir üst çıtanın olmadığını gördüm. En iyi işi de yapsan saltanatın 24 saat sürüyor. Bu da daha çok öğretici olmasının yanında değer verilmediğini görüyorsun.



'Yaşadığım olaydan sonra İzmir'i bitirdim'

*Bu kadar sıkıntıyı göze almanıza İzmir'de yaşadığınız bir sorun mu neden oldu? Çünkü ciddi bir süreç geçirmişssiniz

Mesleği gerçekten severek yaptım. İzmir'den İstanbul'a gitmemdeki en büyük sebeplerden biri de 1997 yılında yaşadığım bir hadisedir. O dönemde Yeni Asır'da gece muhabiriyim. Akşam 18.00 gibi gündüzcülerden işi devralırdık. İşi devraldıktan sonra çevre yoklaması yaptım. Polisi, jandarmayı ve hastaneleri aradım. Ne olup bittiğini sordum geceye sarkan bir işin olup olmadığını öğrenmeye çalıştım. Gün içinde Sabuncubeli'nde bir trafik kazası olduğunu öğrendim. İzmir için sıradan bir trafik kazası değil çünkü 12 tane ölü vardı. İşe bakılmadığı için şefe bu işe gidip toplayabilir miyim diye sordum. Onay aldıktan sonra Sabuncubeli'ne gittim ve çok dramatik bir olay ile karşılaştım. Kartal marka bir otomobilde şoför dahil 12 kişi varmış. Sadece şoför erkek ve geri kalanların hepsi kadın ve çocuk. Araç bir otobüsün altında kalmış ve yerden yüksekliği 50 santimetreye kadar düşmüştü. Otobüs, otomobilin üzerinden geçmiş ve içindeki insanları paramparça etmişti. Sonradan bu insanların Kars'tan İzmir'e mevsimlik işçi olarak geldiklerini öğrendim. Olay yerinde ve hastane morgunda fotoğraf çektik. Acil Servis'in önünde bir taraftan da kimlik doğrulaması işini yaparken ölen insanların eşleri, ağabeyleri ve dayıları geldi. Biz de orada onları çekmeye başladık. Adamlar kendilerini yerden yere atıyor, servisin camını çerçevesini indiriyor. Polis ve jandarma ise bu adamları zapt edemiyor. O gece adamın biri orada döndü ve bana 'Gardaş çekme bizi, itilaflı oluruk' dedi. Adamın sesinden ve duruşundan çok kararlı ve net olduğunu anladım. Tamam, çekmiyorum dememle birlikte başka bir arkadaşın fotoğraf çekmeye başlaması ve adamın dönmesi bir oldu. O bana saldırınca diğerlerinin gözünde de tek hedef sen oluyorsun. Orada 15-20 dakika boyunca dayak yedim. Kimse beni onların ellerinden alamadı. En son yerdeyken biri ayağıyla kafama basmış ondan sonrasını ben de hatırlamıyorum. Sol arka kulak arkasında, kafatasında 10-12 cm'lik çatlak oluştu. O an benim için İzmir defteri bitti. Doktor haber müdürüne 24 saat müşahade altında olmam gerektiğini ve beyin kanaması riski olduğunu söylemiş. Müdür, 'O koçtur koç' diyerek sırtımı sıvazladı. O benim sırtıma vurdukça benim dünyam döndü. Hastanede bırakmadılar ve eve gönderdiler. Ertesi gün de işe geç gittim. Çünkü doktor bana gece uyumamam gerektiğini söylemişti. Uyumamak için kendimi zor tutmama rağmen sabaha karşı sızmışım. Aynı müdür, 'Saat kaç, burası dingonun ahırı mı?' diye sorunca İzmir'i bitirdim. İstanbul'a gittim.

'Yalova depreminin 36. saatinde oradaydım'

*İstanbul'da çalıştığınız dönemde en çok zorlandığınız haber neydi?

17 Ağustos 1999 depremini hiç unutamıyorum. Yalova'da 60 günden fazla arabanın içinde yaşadım. Çünkü en büyük yıkım oradaydı. 17 Ağustos depremi mesleki anlamda ciddi iz bırakan, kilometre taşlarımdandır. Hayatımda ilk defa 17 binden fazla insanın öldüğü bir olaya tanık oldum. Değirmendere sırtlarında depremde ölen insanlar için mezarlar kazılması emredilmişti. Bu iş nasıl olacak diye biz de oraya gidip çekim yaptık. Hayatımda ilk defa orada bir şeye tanık oldum. Toplu mezarlar yapılırken dozerler bir taraftan giriyor toprağı alıp kanal açıyordu ve ardından insanları o toprağa diziyordu. Başka bir dozer gelip insanların üzerine toprak atıyordu. Bir insan da gelip kapanan toprakların üstüne sırasıyla insanların kimliğini belirten tahtaları yerleştiriyordu. Bunlar çok dramatik sahnelerdi. Ben depremin 36'ncı saatinde Yalova'ya girebildim. Fakat o saatte devlet hala yoktu. Ardından Adapazarı depremini yaşadık. Oraya gittiğimde de hayatımda ilk defa bir apartmanın dördüncü katının giriş katı olduğunu görmüştüm. Bina olduğu gibi toprağın içine girmişti. İşte bu mesleği yaparken böyle şeylere tanık oluyorsunuz. Zaten bu mesleği yapmamın en büyük nedeni de bir şeylere tanık olmaktı. Sokakta ya da ülkede yaşayan diğer insanların hiçbir şekilde görüp tanık olamayacağı şeylere tanık olup, onların da bu olayların travmasını yaşayan insanların duygularına ortaklık etmelerine bir şekilde aracı olmaktır. Zaten gazetecilik dediğin şey tüccarlıktır. Aslında orada acı tüccarlığı yapıyorsun. İnsanların acılarını diğerlerine bir şekilde pazarlıyorsun. Bu şekilde de yaşanan kötü şeylerin diğer yerlerde yaşanmaması ya da yaşanma oranının düşmesi için uğraşıyorsun.



*Ciddi travmalarla karşı karşıya kalmış olmanıza rağmen yurtdışına çıkıp savaş muhabirliği veya savaş bölgelerinde foto muhabirliği yapma fikri nasıl oluştu?

Aslında o fikir ortaokul yıllarımdan beri aklımdaydı. Belli bir olgunluğa hem ruhen hem de mesleki anlamda erişmem gerekiyordu. Bu olgunluğa eriştiğini hissettiğin zaman da bu işlere gönüllü oluyorsun. Olayları iyi okuyup bazı şeyler gerçekleşmeden önce orada olmaya çalışıyorsun. Tüm bunlar için lazım olan tek bir şey var, o da açık bir beyine ve dünya görüşüne sahip yöneticidir. Bu bizim sektörde birçok arkadaşımın sahip olmak isteyip de olamadığı bir şeydir. İdareciler bazı şeyleri genelde daha farklı düşünüyor. Ama zaman zaman da olsa bana açık dünya görüşüne sahip, kafasını sadece İstanbul gazeteciliği, İzmir gazeteciliği ile sınırlamamış yöneticiler de nasip oldu.

'Nefesimizi tutup gelişmeleri izlerdik'

*İkinci Körfez Savaşı çıkmadan önce bölgeye gittiniz ve ciddi işlere imza attınız. Bu süreç nasıl gelişti?

İkinci Körfez Savaşı'nın çıkması bekleniyordu. ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell'ın raporları ve BM'de yaptığı konuşmadan bu anlaşılıyordu. Biz tüm bu konuşmaları yabancı kanallardan nefesimizi tutup takip ederdik. O zamanlar yabancı dilim olmadığı için dış haberler servisinden bir 'kanka' yaptım. Onunla beraber konuşmaları izleyip kendimce notlar alıyordum. Ondan sonra tuttuğum notları müdürüme götürüp analizlerimi söylerdim. Muhalif Kürt liderlerin K. Irak'ta toplantı yapacağını 48 ya da 72 saat önce öngörüyordum. Ondan sonra siz de oraya gidiyorsunuz.

'Haberi yaptım ama girmedi'

*Ermenistan, İsrail, Ürdün, Suriye, Irak, İran ve Pakistan gibi olayların hiç bitmediği yerlerde bir sürü olaya tanık oldunuz. Ancak Pakistan'daki işinizi diğerlerinden farklı tutma nedeninizi öğrenebilir miyiz?

Meslek hayatımdaki en önemli işlerden birini Pakistan'da yaptım ama o da arşive manşet oldu. Çünkü ben Pakistan'dayken devlet gazeteye el koymuştu. Müdürüm değişmişti. Pakistan'da İslamabad ve Keşmir'de ilk defa medreseyi içerden fotoğrafladım. Medrese derken tırnak içinde medrese diyorum. Sistem orada biraz farklı işliyor. Gittiğim dönemde Veziristan'ta El Kaide'nin ayaklanması söz konusuydu. Pakistan'ın resmi ordusunu püskürtüp orada kendilerine özerklik vermişlerdi. O dönemde oradaydım. İşin içine direkt girmektense durumun neden böyle olduğuyla ilgilendim. Talebelerin bu kafa yapısına nasıl geldiklerini araştırdım. Birden bire aradığım cevabın gözümün önünde olduğunu gördüm. Pakistan'da devlet yapılanması içinde Milli Eğitim Bakanlığı yok. Eğitim birliği olmayınca herkes orada kafasına göre okul açabiliyor. Pakistan'ın kırsalına girince her şeyin daha farklı olduğunu görüyorsunuz. 7-8 yaşındaki çocuklar ailelerinden alınıp bu okullara getiriliyor. Aileler de çok çocuklu oldukları için bu işe bir şey demiyor. Bu çocukları alıp 17-18 yaşına gelene kadar eğitim ve 'İslam' adı altında kendilerine adam yetiştiriyorlar. Bir bakıyorsunuz o çocuklar 18 yaşına geldiğinde beline kemeri bağlayıp kendilerini bir yerde patlatıyor. İşte orada ilk defa eğitim veren medrese fotosunu çekip Türkiye'ye döndüm. Haberimi yazdım. Koltukta oturan yeni müdüre teslim ettim. Müzik dinlerken, zahmet edip kulaklığının birini çıkardı ve dinledi. Sonra dosyayı alıp ters çevirerek masaya koydu ve 'Bakarız ya' dedi. O haberim yayınlanmadı.



'Babanın oğlunun öldüğüne kendini inandırdığını gördüm'

*İsrail ve Lübnan arasında süren çatışmalarda bölgeye gittiniz ve herkesten farklı bir bakış açısıyla bir haber yaptınız, bu süreci bize anlatır mısınız?

İsrail-Lübnan'a gittiğimde 35 gün süren bir savaş olmuştu. Aslında devlet bir örgütle dünyada ilk defa açıktan bir cephe savaşına girmişti. Normalde hep devletler ve örgütler arasında gerilla savaşı olurdu. Ama orada açıktan cephe savaşına girildi. Süreci takip ettiğimden, müdüre sürekli oraya gitmek için baskı yapıyordum. Tam o sırada bir taraftan Hizbullah diğer taraftan da Hamas İsrail askerlerini kaçırdı. İlk olarak Hamas Gilad Şalit'i kaçırıp Filistin bölgesine geçirdi. Akabinde de Hizbullah 3 İsrail askerini tankın içinden Lübnan'a kaçırdı ve 35 gün savaşına neden oldu. O zaman bölgeye ilk defa haber müdürümle gittim. Gittik ama çatışmayı takip etmedik. Hiçbir gazetecinin yapmadığını yapıp, Gilad Şalit ve diğer kaçırılan askerlerin aileleri ile görüştük. Herkes o dönemde kaçırılan askerler ile ilgili bir şeyler yapmaya çalışırken biz askerlerin aileleriyle görüştük. Hayatımda ilk defa oğlu kaçırılan bir babanın oğlunun öldüğüne nasıl yavaş yavaş kendini inandırdığını gördüm. Sonradan Gilad Şalit sağ olarak teslim edildi. İşte o zaman orada olup, yine haberini yapmak isterdim.
 
'Arkadaşlarım bedeller ödedi'

*Ölümü göze alıp savaş bölgelerinde çalıştınız ve ciddi zorluklarla da karşılaşmışsınız. Yaptığınız meslek uğruna ödediğiniz bir bedel oldu mu?

İkinci Körfez Savaşı sonrasında biraz daha K. Irak'ta kaldım. Sky Türk'ten Kemal diye bir arkadaş vardı. Aldığım harcırah bitti. Geri dönmem gerekiyordu. Onlardan Zaho'ya kadar beni de atmalarını rica ettim. Onlar beni Zaho'ya bırakıp geri döndü. Başka bir arkadaş da onlara Türkiye ile ilgili başka bir yerde ciddi bir protesto gösterisi olacağının haberini veriyor. Orada ateş altında kaldılar ve Kemal iki parmağını kaybetti. Kaleşnikof kurşunu parmaklarını kopardı. O da Kemal'in meslek anlamında ödediği bedellerden birisi oldu. Levent diye bir arkadaşım Gürcistan'da gözünü kaybetti. Başka bir arkadaşım Gürcistan'da kolundan vuruldu. Kolundan vurulan arkadaşımın orada çektiği görüntünün bence dünyada eşi benzeri yok. Milyarda bir defa denk gelebilecek bir olaydı. İçinde bulunduğu araba ateş altına alındı ve arkadaşları teker teker vuruldu. Onların kendini ölüme hazırlamasına tanık oldu. Arkadaşımın yerinde olmak ister miydim? Evet, isterdim. O işin sonunda ölüm bile olsa, o arabanın içinde olmayı isterdim. Normal şartlar altında sokakta yürüyen insanlar bunları anlayamaz. Bizlerin amacı bu işten para kazanıp zengin olmak değil. Zaten bunu düşünmezler bile.
 
'Arap Baharı'nda gazeteci olmak isterdim'

*Çok ciddi tehlikeler atlatmışsınız. Bunca yaşadığınız olaya rağmen hiç keşke şurada da bulunsaydım dediğiniz bir an oldu mu?

Arap Baharı olduğunda İngiltere'deydim ve foto muhabirliği yapmıyordum. Herkes gibi olayı televizyon veya gazetelerden takip ettim. Oraya gidemediğim için o burukluğu hep içimde yaşadım. Bir arkadaşım oradaydı. Orada esir alındı. Üç gün boyunca dayak yiyip, işkence gördü. BBC adına oradaydı. İnsanlık var olduğu sürece gazetecilik de var olacak. Ve insanlık var olduğu sürece savaşlar da olacağı için savaş muhabirliği de olacak. Yaptığım işte hep mülteciler üzerine yoğunlaştım. Kendi yaşadıkları toprak üzerinde mülteci durumuna düşmüş insanların haberini yaptım. Mülteci olmanın ne kadar zor olduğunu ve onlar adına hiçbir şey yapamadığınızı görmek çok zor. Hiçbir zaman mülteciler ölümden kurtarılmıyor sadece geciktiriliyor.