Lütfü Dağtaş- Şölen Kipöz. Bir akademisyen. Moda konusunda çalışıyor.    
24 Haziran 2014 günü; K2 Güncel Sanat merkezi ile işbirliği sonucu Portizmir 3. Uluslararası Çağdaş Sanat Trienali kapsamında, kapanış etkinliği olarak, İzmir'in henüz yapılaşmamış son doğal yeşil alanı ve bir dönem halk plajıyla ünlü İnciraltı semtinde değişik bir etkinliğe imza attı. Dansçı Cansu Ergin, Şölen Kipöz'ün, "Yitik Mayolar Aranıyor" başlığı altında gazetelere verdiği duyuru sonucu sandıklardan çıkarttırdığı eski mayolardan oluşturduğu yeni mayosuyla İnciraltı'nın, bir dönem çoluk çocuk yüzdüğü mavi sularına dansederek girdi.          
Akademisyen Şölen Kipöz'ün bu kez editörlüğünde yenilerde bir kitap yayımlandı. Adı, "Sürdürülebilir Moda". "Etik bir modadan söz edilebilir mi?" sorusundan yola çıkan Şölen Kipöz, bu doğrultuda araştırmalar yapıyor, tasarımlar gerçekleştiriyor. Ne mi yapıyor? Eski giysileri sökerek, yapılarını bozarak, dönüştürerek, dikerek anılara/şimdi yaşları elli ve üstü olanların anılarına kişisel yolculuk yapıyor. Bununla da yetinmeyerek, "siz de yapabilirsiniz!" diyerek üretimini paylaşıyor.             
Şölen Kipöz, akademik ölçekte yaptığı bu çalışmalar sonucu, "Ahimsa'cı", "Yavaş Moda'cı" olarak nitelendiriliyor. Daha önce de, 2012'de "Ahimsa" başlığı altında sergi düzenleyen Şölen Kipöz ile editörlüğünü yaptığı kitaptan hareketle savunucusu olduğu "Sürdürülebilir Moda" üzerine söyleştik.
*Sayın Şölen Kipöz, son zamanlarda kullanılmaya başlanan kavramlardan birisi karşımıza moda alanında çıktı. 
"Sürdürülebilir moda" kavramından söz ediyorum. Yırtığı yamama, eskiyi ters yüz etme, büyüğün giysisini küçüğe uydurma, pantolondan şort, etekten minder, parça kumaşlardan yatak örtüsü üretme gibi ninelerimizden kalma tutumluluk. Yeniden anımsatmaya dayalı bu anlayıştan söz eder misiniz? 
                  
Aslında sizin de değindiğiniz gibi, sürdürülebilir ve sorumlu bir üretim ve tüketim anlayışı bize miras kalan bir değer. Yani coğrafyamızdaki kadim ve dişil bilgilerden. Ancak modernleşme ve endüstrileşme ile üretim ve tüketim sistemi büyümeye ve gelişmeye dayalı ataerkil bir anlayışla insana, doğaya ve kültüre duyarsızlaştı. Küreselleşme ve serbest piyasa ekonomisi ile bu kontrol edilemez bir noktaya geldi. Bu dönüşümden en fazla etkilenen ve karşılıklı olarak dönüşümü de en fazla tetikleyen ise moda sistemi maalesef. Bunun en önemli sebebi; modanın döngüsünün son derece hızlı ve üretim miktarının fazla olması. Artık  firma ve tasarımcılar  neredeyse 6 koleksiyonu satışa sunarken, her yıl, yaklaşık 80 milyar giysi üretiliyor, bunun 11 milyonu yakılmak ve gömülmek üzere arıtma tesislerine gönderiliyor. Yakıldığı takdirde karbondioksit salınımı, gömüldüğü takdirde kanalizyona karışarak kirli su olarak insanoğluna geri dönüyor. Üstelik, tekstil atıkları gezegenimizden 200 yıl boyunca yok edilemiyor. İşgücü olarak yaklaşık 40 milyon insanı barındıran tekstil sektörünün yüzde 85'ini kadınlar oluşturuyor. Bugün dünyada  yaklaşık 2 dolar ücretle, insani olmayan koşullarda, fazla mesai ile çalışan ve çalışma koşullarını iyileştirmeye ya da daha iyi ücret almaya yönelik haklarını arayamayan işçilerin çoğunluğu tekstil işçisi. Üstelik tedarikçi ülkelerdeki fabrika yangınları, çöküntüleri bu insanların hayatları pahasına bu koşullara katlandığını gösteriyor. Bugün karşılaştığımız senaryo; moda sisteminin sürdürülebilir olmadığı. 
                   
Bu çerçevede bahsettiğiniz yırtığı yamama, eskiyi dönüştürme, kullanılan eşyanın ömrünü uzatmak için tamir etme; bu bütünün sadece bir parçası. Sürdürülebilirliğin üç ayağı-doğa, insan ve tüketim nosyonlarından bir tanesine, sorumlu tüketime, daha doğrusu tüketim sonrası davranışa işaret ediyor. Ninelerimizin bu davranışı belki yoklukla ilgiliydi. Ama aynı zamanda kullanılan her şeyin kıymetli olmasından da kaynaklanıyordu. Bu davranış tasarımla birleştiğinde "dönüşüm" veya tasarımla değer kazandırma olarak tanımlayabileceğimiz "üst dönüşüm" metodu yaratıyor. Ailemden bana yadigar kalan eski  giysilerle yaptığım tasarımlar, bu yolla, onların geçmişteki yaşamlarını anımsatırken, onlara yeni yaşamlar vaat etmekle ilgiliydi. 
*Sizin için "Yavaş moda"nın Türkiye'deki temsilcisi ve "Ahimsa modasını yaratan kişi", diyorlar. Bu kavramların açılımlarını sizden öğrenmek istiyoruz.
           
Yavaş moda kavramı, 1990'lu yılların başında aktivist bir hareket olarak İtalya'da yaygınlaşan, McDonalds kültürüne karşı yerel lezzetlerin değerini anımsatmayı hedefleyen yavaş yemek akımı etkisinde gelişiyor. Üretici ve tüketici arasında güvene dayalı, şeffaf bir ilişkiyi hedefleyen yavaş yemek yediğiniz ve kullandığınız her gıdanın kaynağını bilerek tüketmeyi amaçlıyor. Ancak yemeğin ekolojik, sağlıklı ve üretim koşulları ile etik olduğu kadar lezzetli olması ve keyif vermesi de önemseniyor. Yavaş moda, yavaş tasarım hareketi ile 2006 yılında bir manifesto olarak benimseniyor. İnsani ve aracısız üretim sürecinin şeffaflığı, yerel değerlerin önemsenmesi kadar etik ve estetiğin birlikteliğinin de altı çiziliyor. Yani; tüketicilerin organik, ekolojik giysiden anladıkları sıkıcı ve durağan moda anlayışının yerini daha deneysel, bireysel ve çeşitliliğe dayalı bir moda anlayışı alıyor. Benim de atölyemde ailemden kalan bir avuç eski giysi ile deneyimlediğim; tam anlamıyla bunun mümkün olup olamayacağı idi. Böylece giysilerin hem üreticisi hem tüketicisi hem de tasarımcısı olduğum şeffaf  bir model uyguladım. Tabii benim yaptığım tasarımların ekonomik boyutundan söz etmek oldukça güç. O yüzden tam anlamıyla moda yarattığım söylenemez. Daha çok bunun paradigmasını deneyimledim, diyebiliriz. Eski giysilere dokunurken, onları kesmeden, parçalamadan kalıp parçalarından sökerken son derece nazik olmam ve onları incitmemem gerekiyordu. Bu yüzden, incitmeme ilkesi anlamına gelen Ahimsa felsefesini benimsedim. Bu yöntemle ürettiğim tasarımlarımdan oluşan bir seri "Ahimsa: Giysilerin Öteki Yaşamı" sergisi ile 2012 yılında, İzmir'de, Ahmed Adnan Saygun Sanat Merkezi'nde izleyici ile buluştu. 
          
Çocuklukla aileye uzanan bir serüven 
              
*Bir söyleşinizde, moda tutkunuzun akademik kariyerinizin öncesine uzandığından söz ediyor, "her şeyin özenle seçildiği ve dikildiği bir evde büyümüş olmam, ailemin kadınlarının giyim tarzı ile hep özendiğim kişiler olması da bu ilgimi besledi. Çocukluğumdan itibaren giyim kültürümün yapı taşları olarak kabul ettiğim ailemin tüm kıyafetlerini izledim, kullandım ve bir gün onlarla ne yapacağımı hiç düşünmeden, sakladım" diyorsunuz. Çalışmanızın temelinin bu aktardıklarınıza dayalı olduğunu düşünüyoruz. Bu süreci özetler misiniz? 
               
Evet, o yıllarda giysi satın alabileceğimiz, Türk hazır giyim sektörünün yapıtaşları diyebileceğimiz birkaç mağaza vardı. Annemle alışverişe çıkarak, o butiklerden özenle giysi alırdık. Ancak, özenle sakladığımız kumaşlarımız için modeller seçip terzilere sipariş verdiğimiz ev içi giysi üretimi de çok yaygındı. Hem annem dikerdi hem de evimize gelen gündelik terzilerin üretimleri gardroplarımızı çok özel kılardı. Ben, tüm bu deneyimleri sadece giysilere sahip olmak için değil, tüm üretim sürecini gözlemlemek için değerlendirirdim. Hatırlıyorum ilkokulda, o yıllarda meşhur olan tüm yabancı tasarımcıların kıyafetlerini çizdiğim defterlerim vardı. Daha çok terzi ziyaretlerinde moda dergilerini karıştırıp notlar alır, karalamalar  yapardım. Neredeyse bir moda tarihi arşivi oluşturmuştum. Sanırım giysilerin nasıl bir özenle yapıldığını anladığım için, onlara değer vermeye ve saklamaya başladım. Genç kızlığımda, giyim tarzına hayranlık duyduğum annem ve teyzemden kendilerine olmadığı için bana kalan pek çok giysiyi böylece saklamaya, dönüştürerek giymeye başladım. Ancak, bu çapta bir tasarım koleksiyonu yapmak için onlara dokunmam bir hayli zaman aldı. İşte tam da Ahimsa sergisinden önce anneannemin bana hediye ettiği bir giysi dönüştürme isteğimi tetikledi. 1940'lı yıllarda kendi eliyle ürettiği bu narin giysiyi ne dolabımda saklamak, ne de giymek istiyordum. Sanki o giysi bana "bana yeni bir hayat vererek yaşat" diye fısıldadı. Onu dinledim. Sonra ardından diğerlerine de dokunma cesareti buldum 
'Modanın arkasında nasıl bir şiddet var, bilmiyoruz!'
                 
*Süreç o denli hızlı ve etkin işledi ki, terziler hızla yok oldu. Her yerde ayaküstü hızlı atıştırarak doyma, giyim kuşamda konfeksiyon, mimaride ise kasaba ve kentlerde birbirine benzeyen konut yapılaşması tümüyle yaşamımızı kuşattı. Her şeyin ucuzladığı, basitleştiği, özensizleştiği, duygusuzlaştığı bir tüketim dünyasında tutsağız. Göz zevkimiz, damak tadımız gibi giyim kuşamdaki albenimiz de silindi. Küresel ekonomi politikaları çerçevesinde biçimlenen konvansiyonel moda sisteminin kültürel, tarihi, etik ve ekolojik değerleri göz ardı eden üretim yapısına karşın; niteliği nicelikten üstün tutan yapıyı savunan sürdürülebilirlik kavramını savunurken neye karşı savaştığınızı ve başarmanız için nasıl desteklere gereksinme duyduğunuzu sizden öğrenmek istiyoruz. 
                 
Her şeyden çok giysiler ucuzladı aslında. Dayanıklı tüketim malları halen pahalı. Ancak giysiler ucuz ve zengin bir çeşitlilikte kolayca ulaşılabilir görünüyor. Bugün 20 yıl öncesine göre yüzde 400 daha fazla tüketiyoruz ve bu tüketimin yüzde 40'ını giysiler oluşturuyor. Eskiden bir t-shirt alabilirken bugün 5 tanesini birden alabiliyor ve giysilerimizi çok hızlı değiştiriyoruz. Böylece zenginleştiğimizi düşünüyoruz; aslında bu tam anlamıyla bir afyon etkisi. Giysilerin böylesine ucuzlaması bizi daha fazla almaya teşvik ediyor, neden  bu kadar ucuz, diye hiç sorgulamıyoruz. Giydiğimiz t-shirtin ya da pantolonun o fiyata satılabilmesi için kaça mal edilmesi gerekir ve bunu üreten işçi ne kadar kazanır, hiç düşünmüyoruz. Dahası bu giysiler hangi koşullarda üretiliyor, onu da düşünmüyoruz. Modanın bize sunduğu o yeni ve havalı giysinin arkasında nasıl bir şiddet var, bilmiyoruz. Bu çerçevede neye karşı savaşıyorsunuz, sorunuza; savaşmak değil de neye karşı bir duruş geliştiriyorum; bilinçleniyorum, üretiyorum ve eğitim veriyorum şeklinde yanıt vermem daha doğru olur; giysilerin maddi ve manevi değersizleştirilmesine, onları üreten insanların emeklerinin ve hayatlarının sömürülmesine, modanın küresel ısınmanın en önemli sorumlularından biri olmasına, tüketim orgisi olarak görebileceğimiz kara cumaya, medyanın gençlere empoze ettiği içi boş moda ikonlarına ve derinliksiz ve emeksiz daha bir çok rant getiren olguya karşı bir duruş benimki. Ne tür desteklere ihtiyacımız olduğuna gelince; tasarımcıların, üreticilerin ve tüketicilerin daha duyarlı olmasına, bilinçlenmesine, üreticilerin insanların kullanım ihtiyacına göre üretmesine, üretim atıklarını gezegenimizi ve soluduğumuz havayı kirletmeyecek biçimde değerlendirmelerine, yerel kültür politikalarının daha duyarlı, daha insani, daha temiz bir çevreye yönelik düzenlenmesine, ekosistemin ve sosyal ve kuşaklararası sürdürülebilirliğin  belkemiği olan yerel ve doğal kaynakları tüketmeyen kentsel ve endüstriyel gelişim, enerji kaynakları üretmelerine... Ayrıca sorun küresel olduğu için insan hakları mahkemeleri, Dünya Ticaret Örgütü ve Birleşmiş Milletler gibi etkin kuruluşların işgücü sömürüsüne engel olacak yaptırımlar getirmesine. Çünkü hiçbir ticari oluşumun kazancı ya da bir tüketicinin arzusu bir insanın hayatından değerli değil.
               
*Kitabınızın bir yerinde, "büyük bir özenle ve yerel zanaata duyarlı olarak üretilmiş uzun ömürlü, sürekliliği olan, otantik ve çevreye duyarlı ürünleri ile yavaş moda daha insani ve etik bir geleceği müjdeliyor." diyorsunuz. Bu tümcenizden umutlu olduğunuzu düşünüyoruz. Başarmanız için nasıl desteklere gereksinmeniz var?
Kötü paranın iyi parayı kovmaya dayandığı Gresham Yasasının işleyişi karşısında "sürdürülebilir moda" nın gücü ne olur? 
                
Kantitatif değerler açısından kötü paranın iyi parayı kovduğu doğru. Serbest piyasa ekonomisi büyük ölçüde etik değerleri de kovuyor. Bugün artık toprağın ya da tohumun verimliliği bile kontrol altına alınıyor. O topraktan nasıl verim alınacağı değil de ondan nasıl rant sağlanacağı, kapasitesinin nasıl zorlanabileceği ön plana çıkıyor. Ancak bir şeyler üretip paylaşabildiğimiz sürece umudumuzu yitirmemiz için hiçbir neden yok. Kitabımızın ilk bölümünde Otto von Busch tarafından kaleme alınan Gandhi'nin pasif direniş mücadelesi ve Ahimsa felsefesinin açılımı yer alıyor. Hatırlarsak; el dokuması kumaşı ile sadece Hindistan'ın tekstil ekonomisi için bir yol göstermiyor, İngiliz sömürgesine karşı yaratıcı bir direniş sergiliyordu Gandhi. İnanıyorum ki büyük değişimler küçük adımlarla başlar, bireysel çabalar kolektif bir güç haline halka halka yayılarak gelir. Ben, benim gibi düşünen ve kaygulanan çok fazla insan olduğunu biliyorum; gerek sergilerimde gerekse kitabın geri dönüşlerinde bunu görüyorum. Hepimiz bölük pörçük de olsak bir yerlerde çok değerli şeyler yapıyoruz. Ben elimden geldiği ölçüde halkayı genişletmeye çalışıyorum. Sadece sergiler, yayınlarla değil, söyleşiler ve atölye çalışmalarıyla da. Ancak sanırım şu an dünyada daha önemli sorunlarımız var. Daha çok ihtiyacımız olan şey barış içinde yaşamak. Sürdürülebilir ve etik bir modanın var olabilmesi, sürdürülebilir ve etik yaşamlarımızın olmasına bağlı. Ve bütün bu sorunlara karşı, son nefesimize kadar üreterek ve paylaşarak yolları aşacağımıza inanıyorum. Kitapta da yer alan Çinli yazar Lin Yutang'ın sözleri ile cevabımı bitireyim; "Umut kırsaldaki yollara benzer, üzerinde yürüyen oluncaya kadar yol da yoktur; fakat yürüyenlerin sayısı arttıkça yolun kendisi de ortaya çıkar!"
                 
*"Sürdürülebilir Moda" kitabı ile küresel kapitalist modaya, modanın içinden bir karşılık/karşıtlık oluşturarak verdiğiniz yanıtla bizlere, başka anlarda da o alanların içinden birer karşılık/karşıtlık oluşturabileceğimizin ipuçlarını fısıldıyorsunuz. Bu fısıldamanıza yine söz konusu kitabınızda eşlik eden Bora Aksu, Otto von Busch, Duygu Atalay, Mine Ovacık, Gülsüm Baydar, Dilek Himam, Berrin Gönen, Kev Hilton, Ayşegül Kurtel gibi ünlü moda tasarımcıları, sanatçılar ve akademisyenler olduğunu görüyoruz. Buradan büyük ölçekte destek gördüğünüz anlaşılıyor. Bu halka büyür mü?
                   
Kitabı kolektif yapmak istememin temel nedeni, bu halkanın büyümesini istemem. Kitaba katkı koymak için çağrı yaptığım kişilerin çoğunluğu tasarımlarımı izleme fırsatı bulan ve dünya görüşümü bilen ve paylaşan kişiler. Ayrıca, her birine yaptıkları işlerin niteliği açısından büyük saygı duyuyorum. İçlerinde birlikte çalıştığım, ürettiğim, yetiştirdiğim kişiler de var. Üstelik her biri moda tasarımı, mimarlık, endüstriyel tasarım, görsel sanatlar gibi tasarımın farklı bir alanından geliyor, farklı kentlerde, farklı ülkelerde -Londra, New York, İzmir, İstanbul -yaşıyorlar. Dolayısıyla salt kendi görüşlerimi içeren ve işlerimin anlatıları olduğu bir kitap yapmaktansa, aynı sorun etrafında farklı düşünceler ve tartışmalar yaratacağına inandığım bir kurgu yapmayı amaçladım. Çok sesli müzik yapan minik bir orkestra gibi bir sinerji içinde ürettik kitabı. Bölümlerin yazarları yazılarını birbirlerinden habersiz yazdılar ama gene de aynı tartışma masasına oturup fikirlerini bir potada buluşturabildiler. Sürdürülebilir moda başlığı altında, sadece sürdürülebilirlik değil, bireysel ve kolektif hafıza, ahimsa ve etik davranış, toplumsal cinsiyet, kavramsal tasarım, yapısöküm felsefesi, sosyal sorumluluk, yavaş yaşam, katılım kültürü, kuşaklararası eşitlik ve sanatın sosyal rolü gibi pek çok konunun moda ve giyim kuşam kültürü ile ilişkisini inceledik. Editör olarak yazarlarla kurduğum sinerjiyi, kitabı önerir önermez basmaya karar veren Yeni İnsan Yayınevi emektarları ile kurduğumuz etkileşim izledi. Projenin başından beri kitaba sahiplendiler, yayınevi yazarları ve okurlarıyla da büyük bir heyecanla paylaştılar. Belki azınlığı oluşturuyoruz ama kitap sürecinde aldığım destek gerçekten değerli. Kitapla beraber, seminerler, söyleşiler, atölye çalışmaları vs. bu halkayı genişletiyor. Aslında bu kitabı basan yayınevinin sürdürülebilirlikle ilgili ilk kitabı değil. Ekoloji serisi kapsamında onlarca kitabı var. Ancak sürdürülebilir ve kavramsal modaya yönelik ilk kitap bu. Sanırım Türkiye'de de bir ilk. Şu sıra kitabın gördüğü ilgi ile moda çalışmaları alanında başka kitaplar basma hazırlıklarındalar. Halka büyüyor ve inanıyorum ki giderek genişleyecek. 
                        
*Moda tasarımcısı olduğunuz kadar aynı zamanda tüketicisiniz de. Bu kavramın peşi sıra giderken tüketiciliğinizi nereye oturtuyorsunuz? Moda alanında tüketirken nelere direniyorsunuz?
                        
Gerek ailemden bana miras kalan giyim kültürü ve gerek moda alanını seçmiş olmam nedeniyle kıyafetlere oldukça düşkünüm. Yukarıda da açıkladığım gibi çok biriktiriciyim. Kıyafetlerin görünüşleri kadar bende bıraktıkları izler ve anılar da önemli. O yüzden her şeyi geri dönüştüremediğim için pek çok kıyafeti saklıyor ve kullanıyorum. Sanırım daha genç olduğum ve yeni para kazanmaya başladığım bir dönemde ben de bir ara hızlı modanın büyüsüne kapıldım. Ancak tedarik zinciri hakkında bilinçlendikçe ve modanın yönünü değiştirebilmek ümidiyle yaratıcı çalışmalar yapmaya başladıktan sonra tüketim alışkanlıklarım konusunda çok daha titiz davranmaya başladım. Kişiliğime uymayan, içinde rahat nefes alamadığım, rahat kullanıp çalışamadığım ve uzun süre saklamak istemediğim hiçbir kıyafeti moda diye aldığımı hatırlamıyorum. Bir süredir gardrobumu tasfiye etme çalışmaları yapıyorum. Sezon değişimlerinde bir tür temizlik gibi; üzerime olmayan ya da artık giyemeyeceğim ama sevdiğim, kaliteli parçaları sevdiklerime veriyorum, duygusal bağ kuramadığım ve kalitesi açısından saklamak istemediklerimi de ihtiyaç sahiplerine veriyorum. Tabii ki hâlâ yeni bir şeyler alıyorum ama aldığım yeni kıyafetlerin içinde kendimi rahat hissetmem zaman alıyor biraz. Onları eskitmem, kendime alıştırmam gerekiyor. Sanırım eski giysilere bağım hâlâ baki. Bu konuda çok sevdiğim tasarımcı Yamamoto gibi düşünüyorum; "Eski giysiler, eski dostlar gibidir!" 
 Ahimsa ilkesi                                                                    
"Bilirsiniz, bizim kültürümüzde bir eskici pratiği vardır, giysinin tencere ile değiştirildiği bir kültür; giysilerle ilişkimin kuvvetli olmasından dolayı çocukluğumda bir türlü sevemediğim bir değiş-tokuş. Tabii ki ekonomik nedenlerle ihtiyaç duyulduğu için yapılan bir alışveriş. Ama nasıl sevdiğin bir paltoyu verirsin tencere alırsın ki?.. Giysilerin bir ruhu, bir yaşamı olduğuna inandım hep. O yüzden ben bu giysileri dönüştürürken de, ömürlerini uzatmaya çalışırken de Ahimsa ilkesini benimsemek istedim. Ahimsa, Sankskritçe bir kelime ve yaşayan canlıları incitmeme, şiddet uygulamama ilkesi. Bu ilkeden hareketle giysilere nazik dokunuşlarla, incitmeden nasıl yeni yaşamlar verebilirim ve onları tekrar sürdürülebilir bir şekilde döngüye nasıl katabilirim, diye düşündüm."

Doç. Dr. Şölen Kipöz'ün Ayşegül Kurtel ile söyleşisinden