Halime Özçelik-

*Siz Türkiye'deki ilk vicdani retçilerdensiniz. Bu karara nasıl vardınız? Sizi böyle bir varoluş biçimini seçtiren saikleriniz nelerdi?


İnsanın toplumsal varoluşunda size ait olmayan bir dizi zorunlulukları vardır. Hele bizim gibi neredeyse totoliter devlet yapısına sahip, dolayısıyla son derece otoriter bir toplum yapısında kendiniz olmaya çalışıyorsanız, bazı soruları sormaya başlıyorsunuz. Bu birey olmanın ve kendi hayatının sorumluluğunu almanın sorgulaması ile başlıyor. Devletin ya da toplumun sizden istediği ama sizin yapmak istemediğiniz bir sürü şeyi kerhen yapabilirsiniz. Ama insan öldürmeye hazır hale gelmek, üstelik mesnetsiz ve nedensiz, direkt benlik inkarıdır. Şiddet, düşmanlık ve korku üzerine inşa edilir. Öldürmeme bilinci, bir başkasının hayatını -dini, ırkı vs. ne olursa olsun- en az sizinki kadar kutsal görmekle başlar. Benim vicdani ret sürecimde kuşkusuz felsefe bölümünde okumuş olmamın ve orada yaptığımız biz dizi ahlak tartışmalarının etkisi var; ama bugün geriye dönüp baktığımda, bizim tarihimiz, Türkiye'deki bireysel hak ve özgürlük arayışları ile paralel bir gelişime sahip. Sadece biz biraz erken doğum yaptık.

*Vicdani ret, Türkiye'de daha çok konuşulur olsa da pek bilinmiyor. Vicdani ret genel hatlarıyla nedir? Vicdani retçilerin ortak noktaları neler?

Evet, bazı şeylerin çok konuşulup az bilinmesi başlı başına üzerine düşünülmesi gereken bir şey. Vicdani ret ne devletin ne de bizim toplumumuzun henüz tahayyülüne girebilen bir şey değil. Biz de ne yazık ki birey olma tarihi yeni başlıyor. Ama bütün olumsuzluklara rağmen Gezi gibi müthiş gelişmeler var.

Vicdani ret, en genel ve bilinen anlamıyla, devletin sizden istediği askerlik hizmetini vicdani nedenlerle ret etme durumudur. Şiddet ve öldürme hakkını tekelinde bulunduran devlete karşı bilinçli itaatsizlik halidir. Bunu yaparken bir taraftan devletin fütursuzluğunu elinden alır, desturlu olmaya davet edersiniz. Bunu yaparken referansınız öncelikle talebinizin tartışma götürmez meşruluğu, daha sonra da evrensel hukuki norm ve değerlerdir. Ortak nokta, zannediyorum ki ahlaki sorgulama aşağı yukarı herkeste aynı işliyor. Ben bir müslüman olmadığım halde, Enver Aydemir'in her söylediğinin altına gönül rahatlığı ile imzamı atarım.

*İzmir Türkiye'deki vicdani ret hareketinin yatağı diyebiliriz sanırım. İlk vicdani retçilerin İzmir'den çıkmasının bir sebebi var mı?

İzmir'e ilşkin özel bir sebep aramanın pek doğru olacağı kanaatinde değilim. Ama bu mevzuya meyilli insanların bir araya gelip yaptığı uzun tartışmaların doğal sonucu gibi geliyor bana. Bu arada ilk açıklamanın İstanbul'da olduğunu unutmayalım. Tayfun hem İstanbullu hem de İzmirliydi. İzmir'de Ege Felsefe'nin dolaylı dolaysız çok ciddi katkıları var. Bir de biz Savaş Karşıtları Derneği (SKD) ve İzmir Savaş Karşıtları Derneği döneminde hem çok şanslı hem de çok seçiciydik. Son derece uyumlu ve keyifli bir mücadele ve çalışma ortamımız vardı. Tarihimizde İstanbul'un ve Ankara'nın varlığını küçümsemeyelim. Özellikle İstanbul'daki arkadaşlar İzmir'in enerjisinin tükendiği dönemden sonra, militarist tabirle, bayrağı devir aldılar ve hala da öyle diyebiliriz.

*Vicdani ret açıklamanızdan sonra süreç sizin için nasıl gelişti? Devletin tavrı nasıl oldu?


Tayfun'la ben açıklama yaptıktan sonra Devlet Güvenlik Mahkemesi'nde yargılandık. Ben beraat ettim, Tayfun ceza aldı,  cezası para cezasına çevrildi. O da tecil edildi. O yıllar, savaşın yoğunlaştığı ama bir taraftan da Özal'la beraber profesyonel ordu tartışmalarının başladığı bir dönemdi. Bence o dönemde devlet bizi ezmeyi değil görmemeyi, göstermemeyi yeğledi. Devletin bu tavrı daha sonra da zaman zaman kendini tekrarladı veya aksine sertleşti. O dönemde Yeşiller Partisi'nin ciddi ve anlamlı desteğini aldık. İzmir'den Yeşiller Partisi kurucularından geçen yıl vefat eden Savaş Emek'i bu vesileyle analım. 92'de Savaş Karşıtları Derneği'nin kurulduğu döneme kadar ne bizim açımızdan ne de devlet açısından ciddi bir şeyden söz edemeyiz. Yalnız bu iki yıl adeta bir hazırlık dönemi gibi okunabilir. İrili ufaklı birçok anarşist, antimilitarist dergi ve çevrenin oluştuğu bir dönem bu. SKD bu gelişmelerle birlikte doğdu ve sonrasında da süreç sertleşti zaten.

*Siz ve tanığıdığınız diğer vicdani retçiler bu süreç içinde neler yaşadınız?

Valla bizim devlet bir hukuk devleti olmadığı, bir yasa devleti olduğu için kendi yasalarını da duruma göre işine geldiği gibi uyguluyor. Veya görmezlikten geliyor. Yoksa ülkede yaşayan bir milyon asker kaçağını neyle açıklayabiliriz değil mi? Yani bazı vicdani retciler Ossi (Osman Murat Ülke), Mehmet Tarhan, İnan Süver, Halil Savda gibi arkadaşlarımız ciddi cezalar aldı, işkence gördü, cezaevinde yattılar. Bazıları da benim gibi ömrünü bu mücadeleye vakfetmek zorunda kaldı. Ama hepimizin ortak kaderi, AİHM'in deyişiyle, sivil ölüme mahkum edilmek oldu. Türkiye'de birey olmaya çalışmanın cezası bu. Ben mağduriyet edebiyatı yapmayı sevmem. Hele en muktedir mağdur cumhurbaşkanımıza maruz kaldıktan sonra tövbe bir şey söylemem doğru olmaz. Sadece şunları söyleyeyim, sürekli alınma kaygısı yaşama, kimliksiz dolaşma, hastalandığında doktora gidememe, uzun süreli hiçbir proje yapamama, sigortalı çalışamama, işyerini başkalarının üstüne yapma, çocuğunun kimliğini bile almaya gidememe, seyahatten imtina, yurtdışına çıkamama vs. vs.

*2006 yılında AİHM, Osman Murat Ülke davasında, sizin de söylediğiniz gibi, Türkiye'yi mahkum ederken çok vurucu bir tespit yapmış ve Türkiye'nin tavrının vicdani retçiler için sivil ölümü getirdiğini söylemişti. Sivil ölüm nedir, nasıl yaşanıyor, siz nasıl yaşadınız?


Sivil ölüm tespiti, bir mahkemenin sizin uzun yıllar yaşadığınız ve yaşamakta olduğunuz halinizi anlaması ve bunu etinize kemiğinize dokunacak kadar iyi ifade etmesi. Önce insana ağır bir mutluluk veriyor. Sonra insanın zoruna gidiyor. Neden bizim yargıçlarımız, savcılarımız -istisnaları dışında tutarak söylüyorum- bu kadar devletçi bu kadar vicdansız ve bu kadar insanına düşman diye üzülüyorsun. Sivil ölümü sadece biz yaşamıyoruz. Bu ülke tam bir sivil ölüler mezarlığı. Anadilini konuşamayan Kürtler sivil ölü, Aleviler sivil ölü, LGBTİ'ler sivil ölü. Ve hatta düne kadar, bugün ise kısmen, başörtülü kadınlar sivil ölü. Ermenileri, Rumları sayalım mı yoksa sayamayacak kadar az mı kaldılar! Ben diğer sivil ölülerden daha farklı ve daha acı şeyler yaşamadım. Devletin kararları ve kararlılığı beni hiç umutsuzluğa düşürmedi. Ama başörtülü ya da türbanlı bir kadının, kendi sorununun bir eşcinselin sorunuyla aynı olduğunu anlamaması benzeri birçok konu beni hep çıldırttı. Bu örnekleri o kadar çok artırabiliriz ki. Devlet vatandaşın kimliğini tanımaktan kaçındığı sürece, toplum da ayak sürüyor. Sürümek zorunda kalıyor.

*Geçtiğimiz hafta içinde Kıbrıslı vicdani retçi Haluk Selam Tufanlı seferberlik çağrısına gitmediği için 10 gün cezaevinde yattı. 9 Aralık'ta onun için küresel eylem çağrısı yapıldı.


Kıbrıs'taki otoriter yapı daha sıkı, rahatsız edici. Türkiye'nin birçok gayriresmi işleri orda, derin yanları da var. Kıbrıslı vicdani retçiler, küçük ama sıkı bir grup oldular hep. Neşe Yaşın mutlaka anılması gereken insanlardan bir tanesi. Kıbrıslı vicdani retçilerle hep bağlantımız oldu. Onların işleri biraz daha zormuş gibi geliyor bana. Dostlarımız cesaretli işler yapıyorlar, takdir etmek lazım.

*Türkiye, Avrupa Konseyi'ne üye olup da vicdani ret hakkını tanımayan tek ülke. AİHM kararları ve Avrupa Konseyi kararlarına rağmen Türkiye neden vicdani reddi bir hak olarak tanımıyor?


Türkiye devleti neden vicdani ret hakkını tanımıyor? Diğer hakları neden tanımıyorsa aynı nedenden tanımıyor. Cevap yuvarlak gibi oldu ama değil. Bu devletin vatandaşı yok. Vatandaşsız devlet olur mu? Olur, bal gibi olur. Cumhuriyet, kendine göre makbul tek tip bir vatandaşlık tanımı yapmıştı. Ve asla en küçük farklılığa bile tahammülü yoktu. Bugün Cumhuriyetin korktuğu, yok etmek için her şeyi yaptığı en büyük iki güçten biri iktidar. Diğeri de muhalefet. Tabii muhalefet derken CHP'yi kastetmiyorum. AKP devlet olduktan sonra inkar politikasından bir nebze vazgeçildi. Ama şimdi farklı bir strateji var: İnkar yok, her konu pazarlık halinde. Bir kısmı paraya, bir kısmı siyasete tahvil olacak şekilde yönetiliyor. Ve tehlikeli bir oyun oynanıyor. Vicdani ret hükümetin gündemi de olmaz; çünkü hem para kaybeder hem de prestij.

*Hükümet baskılardan dolayı vicdani ret için çalışıyoruz açıklamaları yapıyor ara ara. Neler yapılıyor? 24 yılda gelinen nokta neresi?


Hükümet bu konuda sadece Avrupa Konseyi'ni oyalıyor o kadar. Ciddi bir çalışma yaptıklarını sanmıyorum. Bütün diğer konularda olduğu gibi bu konuda da bir çözüm niyeti ve tercihleri yok. Yirmi dört yılda gelinen nokta, yine her konuda olduğu gibi, konuyu tartışabiliyoruz sadece. Bakın eskiden tartışamıyorduk, AKP bize lütfetti, konuyu tartışabiliyoruz. Tartışarak bütün hakların içini boşaltıyoruz.

*Geçen yıl konuşulan tasarıda iki yıl kamu hizmeti yapmak gibi bir madde vardı.

İki yıl kamu hizmeti neye karşılık, neyin bedeli, bu ayrı bir konu. Ama milli irade yani parlamento, bu konuda bir yasa yapacaksa ben bunu toplum adına olumlu bir adım olarak görürüm. Ben kendi adıma bir gün bile, bir kuruş bile sivil ikameyi onaylamam. Ama böyle bir yasa çalışması daha fazla sivilleşme, daha fazla demokrasi ve barış anlamına gelir. Yeter ki ekstra bir cezaya dönüşmesin. Ki bu konuda da uluslararası kriterlere dikkat derim.

* Siz total retçisiniz, total retçiler neden kamu hizmeti yapmayı da reddederler?

Total retçiler, militarizmin her türlü tezahürüne karşıdırlar. Ve insanlık adına, toplum adına militarizmi kötülüğün sonucu olarak değil kaynağı olarak görürler. Dolayısı ile özgürlüğün ve yaşamın önünde engel olarak görülen bu kuruma onay verecek hiçbir harekete girmezler. Ama total retçiler, akıllarını peynir ekmekle yemediler. Devleti ve militarizmi hukuka, hukuku da evrensel ahlaki değerlere doğru olabildiğince zorlarlar. Örneğin biz vicdani ret sürecine başladığımızda Avrupa'nın ve birleşmiş milletlerin sadece tavsiye kararları vardı. Bu arada biz ciddi bir hukuk mücadelesi verdik. Bugün ise bu kararlar zorunlu hale geldi. Bitti mi, sorun çözüldü mü, hayır. Mücadeleye devam...

*Türkiye'de 25 yaşından büyük askere gitmemiş 1 milyon insan varmış. Bu sayı size ne söyler?

Bir milyon asker kaçağı ve bakaya, Türkiye toplumunun giderek daha sağlıklı bir yöne gittiğini, modernleştiğini, bireyselleştiğini, devletin küçüldüğünü, vatandaşın büyüdüğünü gösterir. Bizim dönemimizde bu sayı 400-450 bin dolayındaydı. Nüfus artışından daha hızlı bir artış. Güzel, kimse korkmasın, bu herkes adına iyi bir gelişme.

*Gündemimizde yine bedelli askerlik var. Bedelli askerlik için Ali Sirmen cüzdani retçiler demişti. Siz nasıl karşılıyorsunuz?

Ben Ali Sirmen'i severim, ona televizyon programından bir gönül borcumuz var. Bizim arkadaşlara oldukça destek çıkmıştı. Şimdi bu konunun iki boyutu var. Birincisi olumlu. Toplumsal sorun haline gelmiş bir konuda, adalet duygusunu zedeleyerek de olsa ara bir çözüm üretiliyor. Benim baktığım yerden ise bu bir ahlaksız teklif. Ama demekten nefret ediyorum ama... Parası olup da bu parayı verip tabiri caizse askerlikten yırtacak herkesin, askerliğini yapan ve yapmakta olan herkese bir özür borcu varmış gibi geliyor bana. Bizim toplum olarak bir pardon eksikliğimiz var. Yasayı çıkaranlara gelince tahsil edecekleri parayı askerliğini yapanlara mı verecekler, bedelliliği sürekli hale getirdiler de bizim mi haberimiz mi yok? Profesyonel orduya geçiş mi var? Amacınız ne? Kendinizle bile iki gün içinde çelişerek çıkardığınız yasanın amacı ne? Bunu topluma anlatmak durumundalar. Tabii toplum da sorarsa.