ABD'de başkanlık seçimleri sonrasında kazanan Cumhuriyetçiler oldu. Donald Trump ABD'nin yeni başkanı. 
ABD politik sistemini bilenler, ülkede Cumhuriyetçi ve Demokrat olmak üzere sistemin iki ayağını temsil eden partilerin aslında farklı etiketli iki şişe olduğunu söylerler. Partilerin etiketleri, yani isimleri farklıdır doğru; ancak iki parti de kapitalist sistemin çıkarlarına meydan okumaya tarih boyunca yeltenmemiş ve sistem içi partiler olmuşlardır.
Bu açıdan baktığımızda, Cumhuriyetçiler ile Demokratlar; ya da Cumhuriyetçilerin başkan adayları ile Demokratların başkan adayları arasında son tahlilde büyük farklar görülmez. Farklar yalnızca daha az önemli konulardadır.
Dolayısıyla, ABD dış politikasında büyük kırılmalar beklemek akla pek uygun gelmiyor. 

* * *

ABD'de başkanlık seçimleri, Türkiye'de yine başkanlık ile ilgili önemli bir tartışmanın yaşandığı günlere denk geldi. Hükümete ve cumhurbaşkanlığına yakın kesimler, ABD'de başkanlık örneğini yeniden keşfedip, başkanlık sisteminin sadece tekçi rejimlerde görülmediğinin bir kanıtı olarak sunuyorlar. Ancak ABD tarzı bir başkanlık genelde bu kesimlerce bir model olarak gündeme getirilmiyor. Türk modeli gibi, "Türkiye'ye özgü" bir modelin inşa edileceği vurgusu yapılıyor. Hatta başkanın neredeyse tek aktör olarak sivrildiği Rus başkanlık sistemi bile gündeme taşınıyor. Ancak ABD modeli seslendirilmiyor. Görünen o ki, gelecekte Rus modeli, Türkiye'nin yapısına uygun bir model biçiminde tanımlanarak, önümüze "özgün bir modelmiş" gibi sunulacak.

* * *
Oysa ABD, Demokrat Parti'den itibaren Türk sağının örnek ülkesi oldu. Medeniyet projesi genellikle ABD üzerinden okundu. Ilımlı İslam paradigması, siyasal İslamı da bu projeye ekledi. Ancak Türk sağının ABD'yi bu kadar modelleştirirken, ABD'nin başkanlık sistemini kopyalamaya yeltenmemesi oldukça şaşırtıcı gelebilir. Aslında dikkatli bakıldığında pek de değil. Nitekim ABD'nin başkanlık sistemi, birçok üçüncü dünya ülkesindeki başkanlık sistemleriyle; hatta Rusya Federasyonu'ndaki başkanlık ve Fransa'da 1958 De Gaulle Anayasası'yla uygulamaya taşınan yarı başkanlık sistemiyle kıyaslandığında, oldukça önemli konularda frenler ve denge sisteminin unsurlarını bünyesinde taşıyor.
Şöyle ki, ABD'de başkan yalnızca anayasal olarak yürütme denilince ilk akla gelen kişi değil, aynı zamanda tek akla gelen kişi. ABD sisteminde bakanlıklar anayasal kurumlar değil. Başkanın isteğine bağlı olarak kurulan, ya da kapatılan kurumlar. Ancak başkanı yürütmeye eşitlemiş bu sistemde, başkan denetimsiz bir lider konumunda da değil. Politikadan çok yalıtılmış olmasa da göreceli bir yargı bağımsızlığı ABD'de var (En azından pek çok üçüncü dünya ülkesinden daha fazla). Ayrıca yasamanın iki kolundan birini oluşturan Senato'nun, ABD'de başkanın alacağı kararlar üzerinde önemli bir denetim yetkisi var. Başkan atamaları Senato oluruna tabi. Esas önemli ayrıntı dış politika gibi hayati önemli bir konu başlığında gizli. Başkan, devletin dış temsili konusunda yetkilendirilmiş kişi; doğru. Ancak bu yetki sınırsız değil. Örneğin başkanın imzalamış olduğu uluslararası antlaşmaların yürürlüğe girebilmesi için Senato'nun üçte ikilik bir desteği şart. ABD'de politik sistem iki partili olduğundan, üçte ikilik bir çoğunluğa sahip olmak, Cumhuriyetçi veya Demokratlar için neredeyse imkansız. Bu durumda, başkan, ne kadar güçlü de olsa, dış politika gibi önemli bir konuda karar alırken, rakip politik partilerin de uzlaşısını aramak zorunda. Aksi halde yasama organından sürekli veto yiyen, güçsüz bir başkan olarak algılanabilir uluslararası toplumca.
Demek istediğim, başkanlık sistemlerinin ortak özelliği yürütmenin parlamento içinden çıkmaması. Meclislerin yürütme organlarını içlerinden çıkardığı parlamenter rejimlerden başkanlık sistemlerinin en büyük farkı da bu. Ancak her başkanlık sistemi de aynı değil. Bu nedenle bizlere önerilen başkanlık sisteminin içeriğini daha detaylı bir şekilde sorgulamamız gerekiyor. Maazallah, böyle yapmazsak, ABD'ye benzeyeceğiz derken, bir bakmışsınız Zimbabve oluvermişiz!